Gül Köksal: Sessiz olmak suçun parçası olmaktır
17:59
İSTANBUL - TBMMOB İstanbul İKK Kadın Komisyonu’nun düzenlediği kadına, yaşama, barışa dair birçok başlığın konuşulduğu ve tartışıldığı “Kadın Yaşam Barış” paneli gerçekleştirildi.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Haftasında, TBMMOB İl Koordinasyonu Kurulu (İKK) Kadın Komisyonu’nun düzenlediği “Kadın Yaşam Barış” paneli İstanbul Tabip Odası Kadıköy Bürosu’nda gerçekleşti. Panelde Gazeteci Sevda Karaca, “Özgür Basına Yönelik Saldırılar ve Kadın”, Kocaeli Dayanışma Akademisi’nden Doç. Dr. Aynur Özuğurlu, “Bedenimiz ve Yaşamımız Bizimdir” ve Kocaeli Dayanışma Akademisi’nden Doç. Dr. Gül Köksal, “Barış, Kadın, Kent” başlığı altında konuşmalarını gerçekleştirdi. Panel öncesi bir araya gelen kadınlar, siyasi kadın tutsaklar için rengarenk kartlar hazırladı. İKK Kadın Komisyonu’ndan Özlem Kizir, panelin moderatörlüğünü yaptı.
‘Olağan, olağanüstü halimiz…’
“Ekmek İstiyoruz, Gül de” sinevizyon gösteriminin ardından başlayan panelde ilk olarak Sevda Karaca söz aldı. Sinevizyonun aynı zamanda kadın mücadele tarihinin arşivi olan Ekmek ve Gül programının 9 yıllık küçük bir özeti olduğunu belirten Sevda, “Olağan, olağanüstü halimizin en önemli meselesi kadın ve erkeğe biçilen rollerle oluşturulmuş. Yeni Türkiye’nin üzerine yükseldiği temel olan ‘kadının fıtratı gereği erkekle eşit olmadığı’ aile zemini. Olağan hallerde ‘kürtaj yasakları’ örneği ile olağanüstü halde ‘çocuk istismarı yasasının’ nasıl aynı zeminden beslendiğini anlatacağım. Kadınlara ve erkekliğe dair bir norm üretme ve bu normların herkes tarafından kabul edilmesi çabası var. Bu normlarda medya rolünü çok iyi yaptı. İktidarın cümleleriyle ekranları doldurduğunu gördük” şeklinde ifade etti.
‘Kadınların görünmez olmasını kılıyor’
Sevda, televizyon ekranlarında ailenin, kadının doğurmasının, kadının aileye itaat etmesinin, evliliğin işlendiğini aktardı. Sevda, "Gündelik hayat ‘dine uygun mudur değil midir’ üzerinden yeniden dizayn ediliyor. Sokağa hak arayışı için çıkan kadınlar ‘fettah’ olarak adlandırıldı. Yukarıdaki dilin aşağıda kadın gazetecilere nasıl yansıdığını gördük. Şimdiye kadar anlattıklarım olağan haldi. Olağanüstü halin kendisi bize kadını yansıtan onlarca yayının kapatılması olarak döndüğünde, bu kadınların görünmez olunmasını kıldı. Medyanın cinsiyetçi diline karşı, kadınların kendi sözünü söylediği kapatılan kanalların önemi tam da bu noktada ortaya çıkıyor” şeklinde vurguladı.
‘Savaşın ilk kurbanı kadınlar ve çocuklar’
Ardından söz alarak, “Bedenimiz ve Yaşamımız Bizimdir” başlıklı konuşmasında savaşı bizzat yaşayan kadınların yanı sıra savaş ortamında olmayan kadınların savaştan nasıl etkilediğini anlatan Aynur Özuğurlu, “Bu ülkede yaşayan farklı kimlik veya farklı kültürlerden kadınlar savaşı tecrübe ediyorlar. Kadınların savaş deneyimi ister direnişçisi ister mağduru olsun, savaşla kurduğu ilişki cinsiyet bağlamına dayalı. Kadınların savaşla ilişkisinin gösterdiği gerçek; savaşın ilk kurbanı kadınlar ve çocukları. Savaşın cinsiyetçi olduğunu da biliyoruz. Tecavüzün bir savaş politikası olduğu, tecavüzün aynı zamanda düşmanı ötekileştirerek aşılamanın yolu olduğunu da. Savaşın ekonomik boyutundan da en çok kadınlar etkileniyor. Yaygın bir şekilde fuhuşa sürüklenmeleri, seks kölesi haline getirilmeleri… Savaşların ortadan kaldırdığı gündelik hayatı sürdürebilmek, kurmak zorunda olan yine kadınlar. Kadının bedeni savaş yapım aracı ve devam ettiricisi. Öyle bir malzeme ki bu beden tecavüzden yüceltmeye kadar gidebiliyor” şeklinde konuştu.
‘Barışın inşasına katkı yapmak zorundayız’
“Sokağa çıkma yasağı ilan edilmeyen yerde, savaşın uzağında yaşıyor bile olsam onlarca yıldır savaş yüzünden bir kadın olarak varlığımın değiştiğini biliyorum” diyen Aynur, kadınların savaşla ilişkisinin sadece fiziksel, psikolojik ve cinsiyetçi etkilerinden ibaret olmadığının ataerkilliğin yeniden konsüle edilmesi ve yeni biçimlerde tahkim edileceği fırsatların yaratılması olduğunun altını çizdi. Savaşçı kadınların bedenlerinin çıplak sergilenerek, ataerkilliğin nasıl yeniden tahkim edileceğine dair fırsatlar yarattığını vurgulayan Aynur, “Savaşla cinsiyet arasındaki maddi ve kurumsal ilişki; ırkçı, ulusal, dinsel, sınıfsal dinamiklerin oluşturduğu yapılar içinde kuruluyor. Eğer savaş ülkenin bu kısmında olan bir kadın olarak beni bu kadar etkiliyorsa barışın inşasına katkı yapmak zorundayım. Etnik politik farklılıklar ne olursa olsun savaşta kadına yönelmiş saldırılara karşı durmamız gerekiyor” şeklinde dile getirdi.
'Sessiz olmak suçun parçası olmaktır'
“Barış, Kadın, Kent” başlıklı sunumunda mekanın toplumsal cinsiyetle olan ilişkisini anlatan Gül Köksal ise, “Savaşın bir suç olduğunu biliyoruz ve biz bu suça ortak olmak istemiyoruz. Tanık olmak, sessiz olmak suçun parçası olmaktır. Kent planlamasının feminizm ile çok ilgisi var. Birinci, ikinci veya son zamanda artan kadın mücadelelerine baktığınızda kentsel dönüşümle çok ilgili olduğunu görebiliriz. Kentsel mekanın oluşumu sırasında kadınlar olarak işimizin yoğun mücadele gereken bir mesele olduğunu söylemek gerek. Sur’da, bölgedeki illerde yaşananlar ‘kent kırımına’ giriyor” şeklinde açıkladı.
‘Alanlara çıkarak savunmak gerekiyor’
“Mekanın toplumsal cinsiyetle olan ilişkisinde, kadınlar küçük mekanlarla daha çok ilişkili” diyen Gül, kadınların kamusal mekanlarda kısmen yada seyrek bulunduğunu kaydetti. Büyük mekanların baskın bir şekilde erkeklerin, “erkin mekanı” olarak karşımıza çıktığına dikkat çeken Gül, “Eşit ve adaletsiz olan dağılımı görebiliyoruz. Kadının mekanlarının sınırlarını daraltan bu durumun sosyolojik olduğunu söyleyebiliriz” şeklinde belirtti. Mekanların sınırlandırılmasının tarihsel boyutunu da anlatan Gül, buna karşı geliştirilen direniş örneklerini vererek konuşmasını şu şekilde sonlandırdı: “Alana çıkarak savunmak gerekiyor. Karşı tarihi yazabiliyor olmak ve hem kurumsal hem teorik olarak sokakta yan yana durarak bunu çoğaltmak süre giden duruma karşı bir yol olabilir.”
Panel soru ve cevapların ardından son buldu.