DOSYA HABER Yazdır Kaydet

25 Kasım için son söz: Nazan Üstündağ: Özyönetimler devrimci siyasete geçişin ismi (24)

Dosya Haber
Kasım 23 / 2015


 
Zehra Doğan/JINHA
  
İSTANBUL - Kürdistan'da ilan edilen öz yönetimlerin liberal siyasetten devrimci bir siyasete geçişin ismi olarak yeni bir siyaset anlayışına tekabül ettiğini söyleyen Prof. Dr. Nazan Üstündağ, "Genel olarak özyönetimi toplumu hareketlendirme, dönüştürme, devrimcileştirme, keskinleşmiş hiyerarşileri altüst etme potansiyelleri olan devrimci bir çıkış olarak görüyorum. Özyönetim kadar bu devrimciliğin de hem kendini yeniden üretmesi, hem genişlemesi hem de Türkiye ve dünyanın başka alanlarıyla ilişki kurma macerasını heyecanla izliyorum diyebilirim" diyor. 
 
25 Kasım dosyamızın son iki bölümünde güncel ve yakıcı gelişmeler üzerinden 'özyönetim' tartışmaları üzerine Prof. Dr. Nazan Üstündağ, Kürdistan'da ilan edilen öz yönetimler ve Kürt hareketi politikalarının batıya yansımaları ile son dönemlerde sıklıkla gündeme gelen özsavunma üzerine sorduğumuz soruları yanıtladı. 
 
*İlk olarak bugün Kürdistan'da ilan edilen öz yönetimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Kürtlerin özyönetim ilanlarını birçok açıdan çok önemli buluyorum. Öncelikle ki (bu konuda Cizre'de saha çalışması yapan Haydar Darıcı'dan ve Barış İçin Kadın Girişimi olarak gittiğimiz Cizre'de yaptığımız sohbetlerden çok şey öğrendim) bu dünyada ihtiyacımız olan yeni bir siyaset anlayışına tekabül ediyor. Uzun yıllardan beri muhalif siyasette bir talep ve mağduriyet dili hakim oldu. Bu dil eylemleri de biçimlendiriyordu. Bir yandan hayal edilen bir 'Türk'e', 'dünyaya', 'devlete' mağduriyetler anlatılıyor. Bir yandan da gene hayal edilen bu aktörlerden mağduriyetleri giderecek adımlar atması, talepleri gerçekleştirmesi bekleniyordu. Ancak özyönetim ilanlarıyla beraber hem beklenti hem de mağduriyeti anlatma siyasetlerinden yeni bir siyaset türüne geçişin ismi konuldu. Bu yeni siyasette artık beklenmeden yapılan bir değişim ve bu değişimi yaparken özgürleşen kişiler ve topluluklardan bahsediyoruz. Yani liberal siyasetten devrimci bir siyasete geçişin ismi olarak görüyorum özyönetimleri. 
 
'Özyönetim ilanları devletin şiddetini açık bir şekilde göstermesine de sebep oldu'
 
Özyönetim meselesi zamanlaması sebebiyle, inşa yerine ilan edilmesinin sıkıntıları açısından ve devletin şiddetini özyönetim ilan edilen yerlere çekmesi açısından tartışıldı. Bunlar önemli konular. Ancak zaman içinde bu tartışmaların devrimci bir enerjiyi sönümlemesi tehlikesi de vardı ve bugün bunlar çok daha az konuşuluyor. Özyönetim ilanları devletin şiddetini açık bir şekilde göstermesine de sebep oldu ve belki de net olmayanları netleştirdi. Zamanı tartışmak gene bizi bir bekleme siyasetine hapsediyordu ancak gördük ki ilandan sonra bocalamalar olsa da toplum bu sürece uyum göstermeye çalışıyor ve ilanın ve şiddetin altüst ettiği yerlerde yeni ilişkiler, savunma biçimleri geliştiriyor. İlanın kendisi inşayı hızlandırıyor. 
 
'Öz yönetimler farklı müzakere ve mücadele alanı açtı'
 
Özyönetimin sadece ilan edildiği yerlerde ilişkileri değiştirdiğini değil aynı zamanda başka kentler ve aktörlerle de ilişkileri değiştirdiğini farklı müzakere ve mücadele alanı açtıklarını da düşünüyorum. İlanla birlikte ihtiyaçlar, gereklilikler, olanaklar çerçevesinde gelişen bir hareketlenme oldu ve bu sayede her kente giydirilmeye çalışılan özyönetim modeli de esnedi, aşıldı, çeşitlendi. Bunu da olumlu buluyorum. Yani genel olarak özyönetimi toplumu hareketlendirme, dönüştürme, devrimcileştirme, keskinleşmiş hiyerarşileri altüst etme potansiyelleri olan devrimci bir çıkış olarak görüyorum ve özyönetim kadar bu devrimciliğin de hem kendini yeniden üretmesi, hem genişlemesi hem de Türkiye ve dünyanın başka alanlarıyla ilişki kurma macerasını heyecanla izliyorum diyebilirim. 
 
*Sıklıkla hem Kobanê isyanının hem bugünkü direnişin bir özyönetim ve öz savunma isyanı anlamına geldiğini dile getiriyorsunuz, bunu biraz daha açacak olursak?
 
Özsavunma bana göre dünyada geldiğimiz süreçte herkesin kendini yeniden konumlandırması gereken çok geniş bir alan veriyor bize. Kapitalizm, küresel ilişkiler, kapitalizm ve küresel hegemonyaların yarattığı yeni biçimler sonucunda bugün hiç kimsenin 'ben dışındayım' diyemeyeceği büyük bir dünya savaşı ile karşı karşıyayız. Bu büyük savaş bir yandan devletler eliyle sürdürülüyor. Devlet herkesin liberal küresel düzene uygun hale getirilmesi için sosyal politikalardan tutun, polis güçlerine kadar her türlü araç kullanıyor ve özellikle yoksulları, kadınları ve farklı olanları hedef alıyor, onları ayrıştırarak, iyi ve makbul hayatı tekleştirerek bu tek elbise giymeyenleri cezalandırıyor. Öbür tarafta kapitalizm bir suç makinesi halinde mülksüzleştirmeye, borçlandırmaya, dışlamaya devam ediyor. Borçlandırmayla herkesi sonsuza kadar kendine bağlıyor, kısıtlıyor, hareket alanlarını daraltıyor, muhalif potansiyeli imkansızlaştırıyor. Kamusal alanlara, yaşama alanlarına kar adına, büyüme, gelişme adına el koyarak mülksüzleştiriyor, mekanları ele geçiriyor, kaynakları sömürüyor, ortak alanlarımızı, doğal alanlarımızı imha ediyor ve bugün bunları yaparken temsili demokrasi aracılığıyla suçu, ele geçirmeyi, mülksüzleştirmeyi kanunileştiriyor.  
 
Kapitalizmin ve küresel dünyanın dışladığı kesimlerin de tüm öçlerini, hınçlarını, hırslarını, belli bir dünya görüşü içinde ifade edebildiği, bu dışlananlara şiddet araçları, etnik temizlik keyfiyeti, tarihe felaketler yaratarak girme şansı tanıyan, şimdi IŞİD dediğimiz, belki de başka zaman başka şey diyeceğimiz bir ölümcül enerjiye dahil olduğunu görüyoruz. Bu saldırıların tamamı da şu anda Kürdistan'da kendini gösteriyor. Ancak sadece Kürdistan'da, Kobanê'de, Batı'da, Kuzey'de değil, tüm Türkiye, Ortadoğu, Avrupa'da aynı denklemlerin iş gördüğünü de izliyoruz. Peki buna karşı kendimizi nasıl savunacağız? Hayatı nasıl savunacağız, emeği nasıl savunacağız, eşitliği, hakikati nasıl savunacağız? Bana göre özsavunma bunun ismidir. Nitekim özsavunma hareketleri sadece Kürdistan'da yok. Bu bakış açısından bakacak olursak birçok insan berbat güvenlik politikalarına (yani terörizm korkusuyla güvenliğini, karar verme yetini tamamen devlete ve güvenlik şirketlerine teslim eden, içe kapanan, sınırları sıkılaştıran politikalar) karşı farklı savunmalar ne olabilir diye kafa yoruyor. 
 
'Hendeklerin arkasındaki yaşamlar başka yaşamlara ilham oluyor'
 
Özsavunmayı bu yüzden özyönetimi de kapsayan büyük bir isyan olarak görüyorum. Devlete, sermayeye, güvenlik politikalarına karşı mekanları, ilişkileri, özneleri yeniden inşa eden, dizen bir paradigma. Özsavunma güvenlikten farklı çünkü sınırları kapamayı değil açmayı, hendekler ardında yeni bir yaşam kurmayı ancak hendeklerin ardındaki yaşamı başka yaşamlara da ilham kılmayı içeriyor. Ben bunları söylediğimde 'git sen de hendek kaz, Kürt gençleri hendek ardında ölüyor' diyorlar. Elbette dünyaya başkaldırmanın, isyanın böylesinin, yepyeni bir paradigma içinde hayatı gerçekleştirmenin bedeli saldırı, ölüm olacaktır. Ancak özsavunmanın hendek kazmaktan ve mahallene bir işgal gücü gibi saldıran polislere karşı savunmaktan ibaret olmadığını düşünüyorum. Özsavunmanın da bir halk hareketi olduğunu, özsavunmayı ilham verecek şekilde anlatmanın, kavramsallaştırmanın, ne bileyim bu ilhamla üniversiteler de üniversite özerkliğini savunmanın, bunun kendisini yaratacak yapıları şimdiden kurmanın, bunları aktif olarak söylemsel düzeyde savunmanın, aynı şekilde doğal kaynakları, aynı şekilde kadınların kendi savunmalarını, devletin işlemeyen ceza mekanizmalarına havale etmeden oluşturmalarını, ifşa, gece nöbeti, her alanı ve ilişkiyi bir değişim alanı olarak görmelerinin de zaten özsavunma paradigması içinde yer aldığını düşünüyorum. Bu çeşitliliği ve özsavunmanın her alanda ve saldırının biçimine ve yöntemine göre biçim alacağını da kabul etmek gerekir. 
 
*Kürdistan'da olanlara sadece, "Şiddet var, devlet suç işliyor" diye kamuoyu yaratmaktan başka ne yapılabilir? Silvan'da süren abluka ve saldırılar ne anlama geliyor, özyönetim talebine verilen bu cevaba karşı kamuoyu ne yapmalı?
 
Bunlar zor sorular. Ben özsavunmanın yukarıda dediğim gibi bir hareket ve bir örgütlenme biçimi olduğunu düşünüyorum. Elbette abluka altında olan kentlerde yaşayanları savunmak için insan hakları söylemi de dahil her aracı ivediyetle kullanmak gerekir. Büyük yürüyüşlerle Kürdistan'daki şehirlerdeki ablukaların kalkması için savunmalara katılmak gerekir. Ancak uzun dönemde mesele sanırım başka bir şey yani bu bakış açısını her yerde ve birbiriyle ilişki içinde tartışmak ve uygulamak. Silahlı özsavunma bir yandan devrimci ve çok önemli bir atılım oldu. Ancak bunun kısa dönemde götürüleri de var. Öncelikle şiddet eşiği yükseldi. Yani örneğin Kürdistan'da sokağa çıkmak ölümü göze almak olarak anlaşıldığı ölçüde ve insanlar Kobanê eylemlerinden sonra tanıklık ettiği şekilde 'tamam biz öleceğiz öldüğümüzle kalacağız' diye düşündükleri kadarıyla elbette sokağa çıkmakta tedirginlik yaşayacaktır. Henüz bu şiddete ne bileyim Cizre, Silvan gibi silahlı savunmanın yapılmadığı yerlerde toplulukları dahil ederek nasıl karşı konulacağı ile ilgili yeni yöntemler oluşmadı. Öte yandan birçok insan 'orada insanlar ölürken ben basın açıklaması mı yapacağım?' ya da demin dediğim gibi 'çevre ya da öğrenci hareketine mi katılacağım' diyerek kendi örgütlenmesini de küçümser durumda. Bir bütünlük yaratılmış değil. O yüzden çok zor bir durum söz konusu ancak, zamanla bu döneme uygun sivil cevap geliştirilecektir diye umuyorum. Gene şunu unutmamak gerekir seçimlerden çıkıldı ve direnişin birçok yerde oy'a indirgendiği bir durum da söz konusu. Bundan silkelenmek lazım. Ben sitem ve vicdan siyasetini anlamayan biriyim. İnsanlar örgütlü, yöntemli oldukları kadar cevap olabilirler krize. Yoksa herkes kendi vicdanında boğulur, sitem özneleştirmez, pasifleştirir. İnsanların kendi özgürlükleri için mücadele ettiğini, mücadelenin zevkli, açılım yapan, özgürleştiren değerler taşımadığı sürece köhneleştiğini ve seyircileştikçe bu köhneleşmenin kaçınılmaz olduğunu unutmayalım. Biz buralarda kendi özgürlüğümüz için mücadele ettikçe ve devlet, savaş bize de yöneldikçe Silvan'ın, Nusaybin'in, Kürdistan'ın genelinin rahatlayacağını umuyorum.
 
*21 yüzyılda kentlerin helikopterle bombalandığı bir dönemden bahsediyoruz. 7 Haziran sonrası AKP'nin başlattığı savaş konseptini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bu konuda bir kaç farklı şey düşünüyorum ancak çok iyi ifade edemeyeceğim. Şu an itibariyle söyleyebileceğim İsrail modeline çok benzer olduğu. Batı Şeria ve Gazze gibi. Yani bir yandan bence özellikle Botan ve Serhad birbirinden duygu ve pratik olarak kopartılmaya çalışılıyor. Bir yandan da şiddet eşiği her gün biraz daha kanıksatılarak aşılıyor, ölümler önemsizleştiriliyor, gündelikleştiriliyor. Toplumsal olarak bu ikisi de çok ciddi tehlikeler. Siyasi olarak AKP'nin her zaman için sorunun Kürtlük değil Kürt Özgürlük Hareketi olduğunu düşündüm. Dünya şimdi İslamcılar, batıcılar, vs. diye ayrışırken, Kürt Özgürlük Hareketi'nin ezilenlerin tamamına seslenen hali çok büyük bir tehlike oldu AKP için. Kürt hareketini izole etmeye çalıştığını görüyoruz. Dediğim gibi şimdilik yanlış ya da tekrar bir analiz yapmamak için bu soruyu böyle bırakayım. 
 
*'Batının hareketliliğiyle Kürdistan nefes alacak' diyorsunuz ama henüz bir hareketlilik yok. Kürtler niye bu kadar yalnız bırakılıyor? Uluslararası boyutunu ele alırsak malum G-20 Zirvesi, bu konuda uluslararası güçleri de ele alırsak siz nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz?
 
Birincisi şunu demem lazım sadece Kürtler değil, tüm mücadele edenler sürekli yalnız bırakılıyor. Bırakılacak da. G-20, AB, BM bunlar devletlerin oluşturduğu örgütler. Filistin halkları, kadınlar, emekçiler herkes ne yazık ki yalnız bırakılıyor. Tabi ki Kürtlerin mücadelesi öncelikleri değil, devlet çıkarları öncelikli. Sorun Kürtlerin mücadeleleri yükseldiği için daha fazla bedel ödetilmeleri. İkincisi gene vicdan meselesine döneceğim. Konuyu vicdan meselesine indirgersek yalnızlık daha da artar. Herkesin farklı vicdan cemaatleri var. Ne bileyim Fransa'ya Kürdistan'a hissettiğim gibi hissedemem ben, ya da Halep'e, zamanında Hama'ya, Halepçe ya da Kobanê gibi hissetmedim, hissedemezsiniz. Mesele siyaset meselesi, Kürt meselesini diğer meselelerle söylemsel ve pratik düzeyde ilişkilendirebilme, hakikat meselesidir.
 
'Güçlü olan kazansın…'
 
Şimdi size öyle bir diyalogumu anlatayım. Cizre ablukası sırasında MHP'li bir tanıdığımla bir tartışmam oldu. 'Ne yapıyor böyle seninkiler' dedi. (HDPli olduğumu bildiği için) Ben de 'ne yapsınlar cenazeden cenazeye koşuyorlar' dedim. Tabi Cizre'de ölenleri çok bilmiyordu. Ancak söyleyince de hiç etkilenmedi. 'Kimi kandırıyorsunuz' dedi. 'Gençler silahlanmış, polise saldırıyorlar, polis ne yapsın, elinden geleni ardına koymayacak' dedi. Çok sinirli olmasaydım belki diyecektim ki 'ama halkı öldürüyor', kadınları örnek verecektim, Cemile'yi vs. Ve yani kendimce her ne kadar halkı ayrıştırsam da onunla paylaştığımı hayal ettiğimi bir sivillik ve insan hakları yerinden cevap verip vicdanına oynayacaktım. Ama sinirli olduğum için dedim ki 'Kürdistan sömürgedir, bağımsızlık hakkıdır, her şey hakkıdır, mecbur mu kendini beğendirmeye?' O da dedi ki 'tamam bana böyle gel, doğruyu söyle, güçlü olan kazansın.' 
 
'İnsanları harekete geçirmek vicdandan değil politikadan geçer'
 
Şunu demek istiyorum hakikati örgütlemek, ilişkilendirmek, insanları gerçekten var olabilecekleri olayları yeniden değerlendirebilecekleri yerlere çekmek, heyecanlandırmak, dahil etmek gerekiyor. Bunun vicdandan ve sitemden geçmediğini, politikadan geçtiğini düşünüyorum ve Kürt gençlerinin politikasının, hakikati artık gizlenemez kılan, açığa çıkaran politikasının farklılıklarımızı ilişkilendirmek için vicdandan daha etkin olduğunu, hendek kazarak değil ama bulunduğumuz alanları özgürleştirmek için mücadele etme konusunda öykünülmesi gereken bir politika olduğunu düşünüyorum. Ki sanırım bu da ayrıca uzun bir tartışma konusu... 
 
(mg)