DOSYA HABER Yazdır Kaydet

Doğa katliamına karşı mor direniş (3)

Dosya Haber
Şubat 26 / 2016


 

 
'Yaşam savunucuları ekoloji mücadelesini ortaklaştırmalı'
 
JINHA
 
AMED - Kürdistan'da 'güvenlik' adı altında yaşanan doğa katliamına dikkat çeken ekolojist Şehbal Şenyurt Arınlı, "Ve ne yazık ki verilen mücadele hiç ama hiç yeterli değil. Türkiye, Mezopotamya ve hatta giderek dünya yaşam savunucuları daha sıkı bağlar geliştirmeli, deneyimlerini birbirine taşımalı ve mücadeleleri ortaklaştırmayı hedeflemelidir" dedi.
 
Doğanın ve yaşamın her alanı siyasi iktidar ile ilişkili yandaş şirketlerin talanına açılmıştır. Türkiye'nin eşsiz güzellikteki dereleri şantiye, dünyaca ünü yaylalarımız maden sahası, parklarımız AVM yapılarak adım adım yok edilmek istenmektedir. Enerji ihtiyacı yalanı adı altında; doğal yaşamı katleden HES'ler, termik, hidroelektrik ve nükleer santraller, madenler, taş ocakları ile tarihte görülmemiş bir doğa talanı ve yağma yaşanmaktadır. Bunun yanı sıra Kuzey Kürdistan kentlerinde de 'güvenlik' adı altında 90'lı yıllardan bu yana yakılan ormanlarla, köy boşaltmalarla, baraj projeleriyle bölge coğrafyası tahrip edildi. DTK Ekoloji Meclisi Üyesi Şehbal Şenyurt Arınlı'ya Kuzey Kürdistan'da iktidarların son 40 yıllık ekoloji politikalarını, kadın doğa ilişkisini ve verilen mücadeleyi sorduk. 
 
*Kürdistan'da son 40 yılı ele aldığınızda gelen iktidarların ekoloji politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Öncelikle, ekolojik perspektifle, sadece insan türünü değil, sadece tek bir kültürel kimliği değil, tüm bio çeşitliliği, farklı kültürel var oluşları vurgulayan bio-bölgecilik önermesini dikkate alarak bölgeye Mezopotamya isimlendirmesi üzerinden bakmanın önemini vurgulayarak başlayayım. Bilindiği gibi, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğanın imdat çığlıklarının göz ardı edilemeyecek düzeye varmasına kadar, kapitalist modernist ulus-devlet algısında hiçbir zaman ekolojik denge öncellenmemiştir. Son yıllarda iyice açığa çıkan iklim sorunlarına rağmen, halen de, insana, emeğe, kadına hele hele doğaya olan yaklaşımın, iktidarları, sermayeyi besleyecek 'yarar' perspektifi üzerinden temellenen yapısı, bütün varoluşları 'kar'a dönüştürmekle devamını sağlar. 
 
'Sistem doğal ve kültürel varoluşları hiçe saymıştır'
 
Dolayısıyla; kuruluşundan itibaren, farklı yönetimsel biçimler almış görünse bile özünde seçimini kapitalist-modernist sistemden yana yapmış olan Mezopotamya'ya/dört parça Kürdistan'a hükmeden ulus-devletlerin tümü de; zaten, kendi coğrafyasındaki doğal, kültürel varoluşları hiçe sayarak, katı bir otoriter yaklaşımla kalkınmacı, büyümeci bir yön çizmiş; buralarda, doğayla birlikte bütüncül hayatlar hiçbir zaman gündemleştirilen bir mesele olmamıştır. Aksine doğa; taş ocakları, madenler, barajlar listesi uzun birçok uygulamalar ile iktidarları besleyen ekonomik çarkın birer kullanım nesnesi olarak görülmüştür. Türkiye ulus-devleti sınırları içine giren Kuzey Kürdistan'da da durum budur. Türk ve Sünni İslam kimliği üzerinden, tam bir mono-kültür mantığıyla var oluşunu kurgulayan yönetsel yapı, doğaya da birbirini besleyen, birbirini kutsayan çeşitlilik üzerinden değil, 'tek tip insan iktidarı için gerekli yarar' üzerinden bakmayı kurgulamıştır.
 
'Güvenlikçi politikalarla doğa da katledilmiştir'
 
Kalkınmacı ekonominin gerektirdiği yatırımları yaparken, kültürel yapıları farklı bölge insanının taleplerini, yaşam, üretim biçimini hiç dikkate almadığı gibi, doğasının bütüncül yapısını param parça ettiğini, talan ettiğini algı düzeyinde bile konu etmemiştir. Ermeniler, Süryaniler, Museviler, Mıhalmiler, Terekemeler gibi tüm bölge halklarının yok edilip, sindirilebilmesine rağmen kendi kültürel kimliğini korumak isteyen Kürtlerin özgürlük mücadeleleri süreçlerinde ise, insanlar katledildiği gibi tam bir güvenlikçi politikalarla doğa da büyük katliamlardan geçirilmiştir. Her bir saldırı öncesi 'alan temizleme' diyerek çıkartılan orman yangınları bunun tipik örneğidir. Kurulan güvenlik barajları, haddi sınırı olmayan tüketim alışkanlıklarının karşılanması için gerekli olduğu propagandası pompalanarak rasyonelleştirilen enerji politikaları, kuzey yarıkürenin refahı(!) adına fosil yakıt ihtiyacıyla çıkarılan petrol kontrol süreçleri… Modernist kentleşme modelleriyle yol, inşaat, otomotiv sektörlerinin desteklenerek hızla teslim alabilecekleri orta sınıf insan yaratma uygulamaları… Daha sayılabilecek binbir oyunla sürdürülen sömürge politikaları. 
 
'Doğadaki birçok canlı sessiz sedasız yok edilmiştir'
 
Bütün bu süreçlerde bu topraklarda yaşayan hiçbir canlı türünün yaşam hakkı söz konusu bile edilememiştir. Bu toprakları var eden nice endemik bitki, nice hayvan türü, mikro organizmalar sessiz sedasız yok olup gitmiştir. Kısaca, sadece 40 yıldır değil, kapitalist modernist yaşamın oluşumundan bu yana ekoloji politikalarından değil, insanı, doğayı tam bir sömürü, yıkım, yok etme ve talan politikasından söz etmek gerekir. Kuzey-Batı Mezopotamya özelinde, bu büyük vahşetin doğa yönü Kürt Özgürlük Hareketi'nin ideolojik olarak derinleşmesiyle ne yazık ki yeni yeni farkına varılmaya başlanmıştır.   
 
*Bölgede özellikle orman yangınları, göç politikaları, baraj yapımlarının bölge ekolojisine nasıl bir zararı oluyor?
 
Doğanın, kendi iç dengesine dönük yapılan her müdahale ile geri dönüşü imkânsız büyük yaralar açılır. İnsan türü bunu, kısacık yaşam diliminde gözlemleyemeyebilir. Ancak, özellikle insanlar arası iktidar savaşları ile bu yok oluşların vahşice hızlanması meseleyi bambaşka boyutlara sıçratmıştır. Her bir orman ve hatta tek bir ağaç içinde binlerce yaşamı barındırır. Her bir minik su birikintisi, nehir bir başka mikro-kozmostur. Kayalar üzerindeki, kaya kovuklarındaki yaşamlar evrensel enerji bütünlüğünün derin parçacıklarıdır. İnsan türü var olduğu coğrafyada tüm bunlarla birlikte bir yaşam formu oluşturmuştur. Birbirleri arasında, yaşamı, iç denge ve barış ile dönüşerek sürdürmeye doğru simbiyotik bir ilişki söz konusudur. Biri yok olduğunda diğeri yaralanır. Yangınlar, zorla yerinden edilmeler, tüketim ihtiyacı nedeniyle maden ocakları, otoyollar, barajlar, mekanın doğal yapısı dışında kullanılan malzemelerle yapılan konut inşaatları gibi büyük müdahaleler bu güçlü simbiyotik ilişkiyi birilerinin lehine, birilerinin aleyhine bozar. Aleyhine bozulanlar ne yazık ki ya yok olur, ya da zorla başka coğrafyalara sürüklenerek yeni yaşam formları oluşturmaya çalışırken doğal ve kültürel yapılarını, kimliklerini yitirerek egemenle entegrasyona ya da zorunlu asimilasyona tabi olurlar. Zaten egemen güçlerin göç politikaları, zorla yerinden etme politikalarının nihai hedefi budur. Doğal kültürel zeminlerinden koparmak, boyun eğmelerinin kaçınılmaz olduğu köksüz bırakıldıkları alanlara sürmek. Orada yaşam, artık egemenlerin estirdiği rüzgâra göre savruluştur. Kalan müdahale alanlarında ise oluşacak yeni yaşam formlarının denetimi zaten müdahaleci güçlere geçmiştir bile.
 
*Bugün ki ekoloji politikaları gelecek yüzyıllara nasıl bir etki yaratır?
 
Bu gidişle, insan türünün bu formu için gelecek yüzyıllar olacak mı, bilemiyorum. Diğer var oluşlar zaten büyük tehdit altında ama insan türü de yarattığı vahşetle kendini de yok oluşa sürüklediği aşikâr. Bu, rekabete dayanan kalkınmacı ekonomi politikalarıyla, gelişmiş ülke dedikleri egemenlerce sürdürülmekte diretilen enerji, su, tarım, gıda, modernist kentleşme, sağlık politikalarıyla yaşama değil ölüme doğru hızla yol alındığını görebiliyorum. Baş edilmez seller, tsunamiler, tayfunlar, bin yıllık ormanlarda çıkan nedeni belirsiz yangınlar, atmosferik değişimler…  Topyekün küresel iklim sorunları bunun ipuçlarını yeterince veriyor aslında. Bu gidişe hızla, ama çok hızla dur denilmezse; ne yazık ki, çölleşmenin, büyük kuraklıkların, türlerde ortaya çıkabilecek hızlı dönüşümlerle farklılaşmaların izlerini takip etmek bugünden bile mümkün görünüyor.
 
*Erkek egemen iktidar kadına nasıl yaklaşıyorsa doğaya aynı şekilde yaklaşıyor. Kadınlar olarak ve toplum olarak devletin ekoloji politikasına ilişkin nasıl bir mücadele verilmelidir? Verilen mücadeleyi yeterli görüyor musunuz?
 
Bir önceki soruda da belirtmeye çalıştım; devletlerin ekoloji politikası diye bir konu yoktur. Doğa ve kadın iktidarların sadece kullanım nesnesidir. Bu nedenle, politik mücadelenin diğer alanlarında olduğu gibi burada da kendimize bakmak zorundayız diye düşünüyorum. Ve ne yazık ki, verilen mücadele hiç ama hiç yeterli değil elbette. Öte yandan, dünyada ve Türkiye'de doğa, yaşam savunucuları arasında bu mücadele genel olarak bir kadın mücadelesi olarak vurgulanmıyor. Eril sistem sorgulaması fazlaca yapılmıyor.
 
'Ekoloji mücadelesinin bütünselliği tam olarak kavranamamış'
 
Bu işin bir yanı, ama öte yandan ne yazık ki, üzülerek söylemek zorundayım, görebildiğim kadarıyla katkı vermeye çalışmama rağmen özeleştiriyle söylüyorum, Kadın Özgürlük Hareketi'nde ve bütünen Kürt Özgürlük Hareketi'nde bile ekoloji mücadelesi mevcut haliyle devletin doğa talanlarını deşifre eden ama kendi uygulamalarımızı çok da sorgulamayan, araçsallaştırılmış noktada sıkışıp kalmıştır. Ekoloji mücadelesi verenlerin güçsüz de olsa çabalarına rağmen, mevcut koşullar ve dengeler içinden bir yol arayışı içinde olan, devletli sistemin tüm saldırılarını göğüslemek zorunda kalan politikaların ana yürütücüleri tarafından ekoloji mücadelesinin bütünselliği ne yazık ki tam olarak kavranamamış, içselleştirilememiş, sadece sözler arasına sıkıştırılan, kimi palyatif, dar çıkışlara rağmen milyon tane geçerli gerekçelerin arkasında uygulamalara yansımayan içi boşaltılmaya başlayan bir kavram olarak durmaktadır.
 
'Ekoloji mücadelesinin yolu içimizdeki erk'i öldürmekten geçiyor' 
 
Sahici bir ekoloji mücadelesi vermenin yolunun en başta biz kadınlar olarak 'içimizdeki erk'i öldürmekten geçtiğini; konformist, endüstriyel üretimin yaşam alışkanlıklarını sorgulayan süreçlerden geçmenin zorunluluğunu fark etmemiz gerekecek diye düşünüyorum. Ve yine ne yazık ki diyeceğim, doğada yaşayan kadınları bir kenara bırakıyorum, asıl tüketici kentli ya da sınıfsal dönüşüm yolundaki yarı kentli kadınlarda bu farkındalık hiç de gelişmiş değil. Ekoloji mücadelelerini tüketim alışkanlıklarını, endüstriyel üretimleri minimize etmek üzerinden bir ağ şeklinde buluşturarak oluşturulabilecek koordinasyon süreci besleyebilir, farkındalığı genişletebilir diye düşünüyorum. Türkiye, Mezopotamya ve hatta giderek dünya yaşam savunucuları daha sıkı bağlar geliştirmeli, deneyimlerini birbirine taşımalı ve mücadeleleri ortaklaştırmayı hedeflemelidir. Kendi bireysel, kurumsal yaşamlarımızdan, yapılarımızdan başlayarak uygulamalarımızda zor ve çatışmalı da olsa ekolojik perspektiften taviz vermemek, olumlu örneklemleri görünür kılmak önemli adımlar olacaktır.     
 
*Son olarak belirtmek istediğiniz bir husus var mı?
 
Evet son olarak, özellikle Türkiye'de reel politik süreç bir rejim dönüşümü noktasında iken, önerdiğimiz Demokratik Özerklik modelinde ekolojik perspektifin ama sahiden, tüm değerler silsilesini de yeniden gözden geçirerek, en başta yönetsel modeliyle, ekonomisiyle, kır-kent ilişkisiyle, enerji, su, tarım, gıda, sağlık vd. tüm politik boyutlarıyla taşıyıcı ana damar olarak tasarlanmasının önemini vurgulamak istiyorum. Bu nokta, yerel yönetimler çerçevesinde yaşama geçirilmeye çalışıldı elbette. Ancak, bahsettiğim gibi, araçsallaştırmadan öteye geçemedi. Mezopotamya coğrafyasında doğal yaşam alışkanlıkları hafızası henüz tam olarak silinmemişken, köleci, tüketim toplumunun yıkıcı aşamasından ekolojik sıçrama ile güçlü bir geçiş yapılabilir. Ne yazık ki, bütün mücadelelere rağmen, özellikle ekonomik, sınıfsal boyutlar itibarıyla eril sistemle uzlaşmanın ipuçları görünmekle birlikte; ideolojik zemin var ve pratik uygulamalarda kendi içinde sınıfsal mücadeleyi de öngören ciddi bir kararlılık yakalanabilirse, halen, bu mümkün. Aksi halde, korkarım, savaştığına benzeme, hatta kötü bir kopyası olma tehlikesi hiç de uzak değil.        
 
BİTTİ.
 
(mg)