Özgür eş yaşama dair
Jineloji Tartışmaları
Pelşin Tolhıldan
‘‘Yaşamın evrendeki en harika çiftinin (bilinebildiği kadarıyla) anlamlaşma derinliğini hep derinden hissetmişim. Kadınla önce düşünmenin, nerede, ne zaman, ne kadar bozukluk varsa tartışma ve gidermenin önemini tüm ilişkilerin önüne koyma cesareti gösterdim. Sadece güçlü, düşünen, iyi, güzel ve doğru karar verebilen, böylece beni aşarken hayran bırakabilen ve muhatabım olabilen kadın, şüphesiz felsefi arayışımın köşe taşlarındandır.’’ (Rêber Apo)
Rêber Apo’nun yukarıdaki alıntıda geçen ‘‘yaşamın evrendeki en harika çiftinin (bilinebildiği kadarıyla) anlamlaşma derinliği’’ cümlesi kadın ve erkek insan olarak gururumuzu okşayan bir tanımlama. Bu, felsefi derinliğine ulaşılabilirse böyle. Ama yaşamın acımasız dili maalesef bambaşka trajik hikâyeler anlatıyor bize. Eski eşi, eski sevgilisi, kızı, amcasının-dayısının kızı olan kadınları bıçakla doğrayan erkekler, kadınlara tecavüz ettikten sora cesetlerini yakıp ormana atan erkekler, köyleri-kasabaları basıp kadınları köleleştirip onları 21. Yüzyılda köleleştirip satan erkekler, fuhuşa insanlığından utanmadan ‘sektör’ adını verip bundan para kazanan erkekler, ve bu erkekliğin bataklığında şekillenip bu erkekliği böyle başa böyle tarak diyerek şekillendiren kadınlar…
Evrenin en harika çifti olma tanımını hak ediyor muyuz gerçekten?
Rêber Apo’nun deyimiyle ‘‘Evrenler insanda dile gelmektedir. Çıkan sonuç, evrenin yetkin kavranışı insanın yetkin kavranışından geçer.’’ O zaman diyebiliriz ki evren insanda kendi farkına varır, insanda kendi peşine düşer. Kendini bilme ve bulma arayışı ile başlayan her yolculuk; bizi evreni anlamaya yaklaştırır. ‘‘Acaba bu çağımız için de böyle okunabilir mi?’’ karamsarlığına düşmüyor değil insan. Zaten bilim; daha doğrusu doğunun, Ortadoğu’nun kelimeleri-kavramları ile telaffuz edersek bilgi-bilme ve bilgelik tam da karamsarlık insanın ruhuna değdiği böyle anlarda gerekir. Çünkü, karamsarlık insanın ruhuna bir değmeye görsün, eğer bilgelik ışığından ve onun kaynağından yoksunsanız, ya da bundan yoksun bir kültürel doku içinde, toplumsal yapılanma içinde yaşıyorsanız sonunuz mutlak moral ölümdür. İnsan bu çağda kendisine tehlikeli soruları en fazla yaşamın temel dokuları üzerinden soruyor. Aslında kapitalizm o dokulara, kök hücrelerimize vurduğu için böyle oluyor. Bizi biz yapan varlığımızın çeşitliliği olan kadın ve erkek dünyalarının değerlerine; kurgulanmış, yöneltilmiş ve planlı saldırılar düzenliyor. Toplumsallığımızı parçalamak için… Evrenselliğin bizde dile gelen anlamını karamsarca sorgulatmak için: ‘‘Gerçekten evrenlerin dile geldiği, yaşamın evrenin harika çifti biz, bir tarafı ben olabilir miyim? Ben kadın; biraz önce bir hemcinsim bir erkeğin vahşi bedeni altında hırpalandı, tecavüze uğradı. Bıçaklandı, yakıldı ve ormana atıldı. Neredeyse günün her dakikasına sığdırılan bir kadın katliamı, tacizi, tecavüzü, fuhuşu, çocuklarımın bedensel istismarı varken ben evrenlerin dile geldiği o harika çiftin bir yanı olabilir miyim?’’ Dedirtmek için yapılıyor zaten bütün bu saldırılar. Varlığımızdaki tüm onurlu yanlarımıza nefreti aşılamak için saldırıyorlar. Kendini sevmeyen bir varlık dünyadaki tüm patlayıcılardan daha tehlikelidir. Kimde, ne zaman patlayacağını bilemezsiniz. Meselenin diğer yüzü, ya da bu sorgulamanın yaptırılmak istendiği harika çiftin diğer tarafı: ‘‘Ben, erkek, ellerimde az önce öldürüp bir paçavra gibi yakıp yol kenarına fırlattığım kadının, evrenin bana ruh eşi, yaşam eşi olarak yarattığı kadının kanı var. Sadece kanı yok. Ömür boyu taşıyacağım ağırlığı, ruhu var. Sahi bir ruh kaç ton çeker? Ellerim kırılıyor ağırlığından? Vicdanım kapkara. Bir cinayetin karanlığı kaç asır sürer? İçim yanıyor karanlığın korkusundan. Ben miyim evrenlerin dile geldiği, yaşamın evrenin en harika çiftinin bir yanı?’’
İşte tam da bu cinneti yaratmak için tüm toplumsal kırımların zeminleri döşeniyor. Sonra da bunun ekonomik, sosyal, medyatik, psikolojik, siyasi, sanatsal tüm sistemsel zeminleri, döşemeleri görünmez kılınıp, tüm bu olaylar kendi başlarına, toplum olgusundan bağımsız bireyler olarak lanse ediliyor. Her biri kendi başına durup dururken cinnet geçirmiş kadınlar ve erkeklermiş gibi gösteriliyor. Bunların işsizlikle alakası yok, bunların cinsiyetçi, milliyetçi, bilimci, dinci eğitim sistemleri ile alakası yok, bunların kapitalizmin sınırsız kâr hırsını ve rekabeti körükleyen yaşam dışı, toplum dışı sanal dünyayla alakası yok! Bunlar hepsi kendi başına yeryüzüne serpilmiş bireyciklerin evcilik oynarken yaptıkları küçücük minnacık kazacıklardan ibaret(!) Hepsi bireysel! Hepsi dünya çapındaki binlerce olayla karşılaştırıldığında küçük ve önemsiz olaylar! Ve hepsinde kadına karşı kullanılan vahşi yöntemler kıyaslansa bir diğerindeki haline şükredip belki borçlu çıkar.
Amacım bu güncel tabloyu uzatmak değil bu yazıda. Günlük yaşadığımız, içimizi karartan bir durum zaten. Ben yine yukarıdaki alıntıyla bağını kurarak ilerlemek istiyorum. Bu tablonun amacı bize ‘kendini bil’ ilkesinin her yönünü unutturmak. Kimsin? Neden yeryüzünde yaşayan canlıların hepsinin anlamı ve varlığı sende toplandı? Evrenler neden sende dile geldi? Kainat neden anlaşılmak için sana kadar evrimsel gelişimini büyük bir sabırla geliştirdi? Birbirini en fazla da eş yaşam arkadaşını, en harika çiftin seni de var edenini sana ana, kız kardeş, sevgili, eş, kız, torun, nine, hala, teyze, yeğen, kuzen vb. olanı akla hayale gelmeyecek vahşi yöntemlerle kırımdan geçiresin diye mi? Ya da kadın için sorarsak sana eş yaşam arkadaş olanı geleneksel ve köle özelliklerinle boğuntuya getirip yaşamın gerçek anlamından uzaklaştırman için mi? Tüm toplumsal alanlardan uzaklaştırıp bir evin ve çocukların kölesi yapmak için mi? Bu soruları dünyanın değişik yerlerinde, değişik koşullarda yaşayan milyonlarca kadın ve erkekler için çoğaltabiliriz. Tüm bunlar Rêber Apo’nun; ; ‘‘Yaşam adına insan toplumuna attığımız ilk adım eş yaşama ilişkin olmalıdır. İlk ilmi yapılması gereken alan, eş yaşam alanı olmalıdır.’’ Tespitini doğrular.
‘‘İlk ilmi yapılması gereken alandır’’ çünkü bugün bu alan insanların en kara cahil oldukları alan olarak yaşanıyor. Doğada çift olarak yaşayan tüm canlılar arasında ilk bakışta bile göze çarpan bir ahenk-uyum ve enerji akışı vardır. Ama insanların kadın-erkek ilişkilerinde potansiyel bir şiddet ve yanlışlık birikmiş ki günlük olarak hatta günün her dakikasında bu öldürme-ölme olarak patlak veriyor. Bu insan olmanın, toplum doğasının iflas ettiği eşiktir. Bu eşiği görmemek, buna sessiz kalmak ya da bunun karşısında çare arayışına girmemek vicdanın körlüğü ile ilgilidir ya da bu katliamdan beslenen kapitalist modernite güçlerinin saflarında olmakla açıklanabilir. Bunun için yüzümüzü kendi topraklarımızın mitolojisine, inançlarına, felsefelerine ve bilgeliklerine dönerek bu alanın ilmi nasıl yapılır bunu öğrenmek zorundayız. Çünkü, onlar bugüne göre birçok açıdan bizden daha bilgece ve insani yaşamışlar. Ve bugün dönüp bakmayı unutanların çok büyük çoğunlukta olduğu ilk çağ mitolojileri ve dinleri hep eş yaşamla başlarlar. Bunun bir nedeni olmalıdır. Yine bu başlangıç sadece onlarla sınırlı kalmamıştır. Sonrasında gelişen tek tanrılı dinler, felsefe, bilim de bu alana oldukça yoğun el atmış, müdahale etmiş ve ataerkil bir şekillendirme kazandırıncaya kadar uğraşmıştır. Kadınların aleyhine yaratılan ve yaşatılan birinci ve ikinci cinsel kırılma süreçleri bir anlamda eş yaşamlara biçim verme süreçleri de olmuştur. Örneğin batı felsefesinin başlangıcı kabul edilen Yunan felsefesi ve bu felsefe temelinde yükselen devlet hukuku, ondan da önce yazılan imparatorluklar hukukunda (Hammurabi’den başlayarak) kadının aile ve toplum içindeki konumu, elbette kadın-erkek ilişkisi üzerinden yani eş yaşamlar üzerinden tanımlanmıştır. Kim kiminle nasıl ilişkilenebilir’den tutalım, bunların nasıl isimlendirilip nasıl muamele göreceğine kadar… Dinlerin kutsal kitaplarını açıp bakarsak en temel kanunlarının ister buna Bab diyelim, ister ayet-sûre diyelim hep eş yaşamların düzenlenişi ile ilgili olduğunu görürüz. Felsefesiyle övünen Yunan uygarlığının kadını aşağılayarak oğlancılığı meşrulaştırması da eş yaşamla ilgili derinliğine çözümlenmesi gereken bir konudur, çünkü tüm uygarlıkları etkileyen ‘karılaştırma’ kültürünün genlerini oluşturmuştur. Bilim dünyasının oluşturup servis ettiği birçok argümanlar da, eş yaşamların tahrip olmasından en fazla sorumlu olanlardır. Bu başlı başına araştırılması gereken bir alandır. Kapitalist modernite geliştikçe ve toplumsallığı parçaladıkça yükselttiği özel alan-kamusal alan ayrımcılığı ve buna dayalı yol açtığı evlilik içi katliamlar hem araştırılması gereken hem hesap sorulması gereken süreçlerdir. Tarihe bu sorgulayıcı gözlüklerle bakarsak ele alıp değerlendireceğimiz birçok süreç vardır. Ve muhatapları bellidir. Bu konuda kadınlara ve erkeklere de sorulması gereken sorular vardır:
‘‘İlk çağ dinlerinin ve mitolojilerinin kutsallık atfederek gerçekleştirdikleri birliğinizi, beraberliğinizi, doğanın çocukları olarak gördüğü sizleri nasıl bu kadar ihmal ettiniz? Nasıl kendinizi bedeninizi, ruhunuzu, duygu dünyanızı sizin cahiliniz ve katiliniz olan sevgiden yoksun ellerin şekillendirmesine bıraktınız? Üstelik onların size aşk adına, evlilik ve mutluluk adına bunu yapmasına nasıl izin verdiniz? Ve bugün en büyük katlinizin bu kavramlarla gerçekleştirilmesi noktasına nasıl geldiniz? En aydınlık olduğunuz konuda en karanlığa nasıl düşersiniz? En tanışık olduğunuz konuda en yabancılaşmayı nasıl yaşarsınız? Siz eş yaşamlarsınız, nasıl bunca düşmanlaştınız?’’
Eş yaşam denildiğinde akıllarına sadece üreme gelenlere atfen ilginç bir değerlendirmeyi belki de uç bir değerlendirmeyi paylaşabilirim sizinle. ‘‘Ölümsüz olanlar sadece üremeye yarayan çoğalma hücreleridirler. Öteki hücreler belli bir ömrü olan “bedeni” oluşturup, onunla birlikte yok olup giderler. Çok hücreliler âleminde işler hâlâ böyle yürümektedir. Ve tabii biz insanlarda da. Vücudumuzu oluşturan sayısız hücreden sadece üremeye hizmet eden hücreler, en azından potansiyel olarak, ölümsüzdürler. Ama, pratikte bu hücrelerden de sadece bir başka (karşı cinsin) üreme hücresiyle birleşebilme şansına sahip olan, dolayısıyla da kendi çevresinde yeni bir “vücut” inşa eden bir ya da birkaç hücre bu olanağı gerçekleştirebilmektedir. Bütün bu söylediklerimize bakarak, çokhücreli bir organizma bireyinin, dolayısıyla da biz insanların bedenlerinin, cinsellik hücrelerini paketleyen bir “ambalaj”dan öteye bir şey olmadığını ileri sürmek mümkündür. Asıl yararlı yükü sarıp sarmalayan geçici bir ambalaj. Koruyup, kuşaktan kuşağa taşımak zorunda bulunduğu potansiyel olarak ölümsüz çoğalma hücresini içeren bir kabuk. İnsanın aklına, vücudumuzun bu çoğalma/üreme hücresine koruma sağlamak, ona birleşip çoğalacak kadar zaman ve olanak tanımakla yükümlü, eski model bir taşıt olup olmadığı sorusu da takılabilir.’’(Dinozorların Sessiz Gecesi,2. cilt) Alıntıyı yaptığım kitabın devamında değerlendirme bu görüşü destekler temelde devam etmiyor tabii ki, kitaba haksızlık yapmayalım. Elbette ki ölümsüzlük bu kadar basit elde edilmiyor, eğer böyle olsaydı dünyada biz insanlar gibi üreyen birçok canlı da en az bizim kadar ölümsüz olurdu, kendimizi o kadar paralamamıza gerek kalmazdı. Üreme, çoğalma, var olma, ölümsüzlük elbette daha karmaşık, felsefi ve derin kavramlar.
Bugün yaşadığımız gerçeklik kara cahil, kör, yüzeysel, aç, tatminsiz, tanımsız ve tanışmadığımız bir yabancılıkla ve daha pek çok kavramla izah edilebilir. Ama, geçmişte olduğu gibi bilgelikle ve ilimle karşılayabileceğimiz bir alan değil. Kadınlar olarak da av, avcı olabiliriz ama marifet ne av olmak da ne avcı ne de tek başına avlanmamakta. Marifet av olarak kendini, av konumundaki kadınları ve erkekleri kurtarabilecek bilgeliği, bu alanın ilmini geliştirmekte. Ne kadın erkeğin avı olsun, ne erkek kadın gelenekselliğinin avı olsun. Bu alanın ilmi ve bilgeliği, estetiği ve etiği olsun… Bu yaşamsal bir alan. Bu yüzden de yaşamın karşılandığı her türlü faaliyetle karşılanması gereken bir alan. Felsefe gerektirdiği kadar felsefe, estetik gerektiği kadar estetik, etik gerektiği kadar etik, bilimse bilim, sanatsa sanat… Ve aşk hepsinin iç içeliği ile yaşamın, toplumun ihtiyaçlarını görebilmekte ve cevap olabilmekte yetenek gücünü örgütleyebildiğin kadar senin kapını çalıyor. Çünkü bu yetenektir seni kadının ve erkeğin gözünde çekici ya da itici kılan. Dünya güzeli bir kadın da olsa, çok güçlü bir cinsel cazibesi de olsa dünya hakkında dünyanın sorunları hakkında bir bakış açısı yoksa dünyaya bir güzel dokunuşu yoksa, dünyayı yaşanır kılan bir güzel yaşam projesi yoksa, çocukları hisseden bir ince yüreği yoksa o kadın çirkindir. Tıpkı çok güzel bazı kadınların konuştuklarında ya da harekete geçtiklerinde tüm cazibelerini kaybetmeleri gibi bu kadınlar da yaşama dokunamadıklarında sevgiden yana çekimleri sıfır olur. Erkekler için de böyledir. Bir erkek dünya güzeli olsa, çok güçlü bir cinsel cazibesi de olsa eğer dünyanın toplumların sorunları hakkında bir kara cahilse, bilgelikten yana sığ sularda yüzüyorsa, demokrasiden nasibini almamışsa ve sorunların çözümüne dair bir projesi ve mücadelesi yoksa o erkek tüm çekim gücünü kaybeder. Bu en basit ya da işin eşik etkileşim aşamasında böyledir.
Aşk arayışı PKK’nin kurulduğu günden beri hep vardır. Önderliğinde de vardır, militanlarında da vardır, dağlara çıkan binlerce genç kızında erkeğinde de vardır. Bunu en iyi bilen, hisseden Önderliktir. Bunun için 1987 yılından beri bu konuda hiç ara vermeden konu hakkında çözümlemelerde bulundu. 1993-1995 yılları arasında yaptığı bazı çözümlemelerde de Rêber Apo: ‘‘Kadını doğru sevebilmek, ilişkilerde doğru sevgiyi yakalayabilmek; yurtseverliktir, sosyalizmdir… Ben “doğru bir ilişki biçimine nasıl getireceğim” diye düşünüyorum… Aşk mı, sevgi mi, duygu mu, savaş mı, barış mı istiyorsunuz? Bazı ölçüler var. Bana rağmen yapmak isterseniz yanarsınız. Bu yakılıp yıkılan Mem û Zîn pratiği yerine; yeni Kürt duygusu, Kürt aşkı, yeni Memler, yeni Zînler nasıl gelişebilir? Yeni aşklar nasıl gelişebilir? Eğer saygı duyulacak bir aşk ihtiyacı veya başka herhangi bir ilişki istiyorsanız, cinsellik de dahil bunun bazı temelleri var. Ben duygu hayalleriniz gelişmesin demiyorum. Büyük duygular sizin olsun, büyük aşklar sizin olsun ama, neye karşın, nasıl, nerede, hangi biçimlerde, hangi güzelliklerde? En önemlisi hangi vatanda, hangi özgür halkla? Hangi toplum gerçekliği ile hangi emekle, hangi savaşla? Ben önder sayılıyorum, belki tuhafınıza gider ama, kendimi kadına göre geliştirmek istiyorum. Sevgiyi kurtarmak istiyorum. Duyguyu kurtarmak, mümkünse bir aşkı kurtarmak gerekir. Güzel olan nedir? Güzel ilişki nedir? Sevgiye değer, layık olan nedir? Daha çok sevilmesi gereken kimlik, kişilik hangisidir? Bunları tartışabilmeliyiz. Sevgiye giden yolda kişilik ifadesi, onun estetik ifadesi, onun terbiyesi kendini kimde, nasıl belli ediyor? Sevgiye yol açan tutuma kim sahip? Güzelliği, daha iyi sevilebilecek olanı arayabilmeliyiz, ortaya çıkarmalıyız ve geliştirmeliyiz. Saflarda kalış gerekçeniz, sevgi ve güzellik kaynağı olabilmektir… Birbirimizi kandırmaya değil, güçlendirmeye ihtiyacımız var. Sevgi devrimi dediğimiz budur.’’
Bu değerlendirmelerde kullanılan birçok ifade bugünkü ihtiyaçları da karşılıyor. Yıllar içinde Rêber Apo eş yaşamlar konusundaki değerlendirmelerini saflara katılımların niteliğine bakarak ve toplumda yaşanan güncel gelişmelerin seyrine göre aynı zamanda devletlerin bu konuda geliştirdiği siyasetlere bakarak çözümledi. Çünkü bu konuda yaşananlar birbiri ile ilişki içinde birbirini etkileyerek gelişiyordu. 1990’ların ortalarında kopuş teorisi ile özgür yaşam projesi; 1998 yılında çok geliştirilemese de YAZK (Yekitiya Azadê Zilamên Kurdistan) projesi-düşüncesi, erkeği öldürme çözümlemesi ve erkeği dönüştürme projesi; 2002 yılında önerilen özgürlük seçeneğinden yana olanlar, tanrıça İştar’ın torunları, eğitimci grup- talip, Zerdüşt mirasına göre evlenenler biçiminde sunulan öneri; yine 2004 yılında mitolojik söylemli tanrıçalaşma, melekleşme ve Afroditleşme eş yaşamlar konusundaki yoğunlaşmalar, arayışlar ve denemelerdir. Bu konuda belirleyici olacak olan kadınların duruşu olduğu için Rêber Apo öneri ve görüşlerini öncelikle kadınlarla ilgili ifade etti. Bunların her biri ele alınıp kendi döneminde değerlendirildiğinde derin mitolojik, felsefi anlamları olduğunu daha iyi görürüz. Geriye gidip eş yaşam konusunun koparıldığı zeminleri tespit ettikçe doğru bağlar kurulması gereken alanlarını belki daha iyi belirleyebiliriz. Rêber Apo’nun aslında başından beri getirdiği önerilerde ve önerdiği projelerde, önümüze koyduğu çalışmalarda bu gerçekliğin belirleyici olduğunu görebiliyoruz. Eş yaşamlar, kadın ve erkekler neyden, nereden, nasıl ve ne zaman, nasıl koparılmışlarsa, yabancılaştırılmışlarsa Rêber Apo buna göre bir öneri ya da projelendirme geliştirmiş parti tarihi boyunca. Bunun güncelle bağını devrim-savaş sorunları içinde de görebilmiş. Bunda Kesire ile yaşanan deneyimin önemli bir payı var ki zaten bunu son savunmasında ‘‘Aslında böylesi bir kadın kimliğinin olabileceğine dair hiçbir bilgi ve beklentim olamazdı. Kadın bütün kurtluğuyla karşımdaydı. Bu haliyle tam on yıl, 1987 yazına, kendi iradesiyle hareketten koptuğu ana kadar gösterdiğim sabrın bir biçiminin başka iki insan arasında denendiğini sanmıyorum. Müthiş bir deneyimdi. Bu ilişkiden sağ çıkmayı mucize saymak gerekir. Bu dönemde kadını çözümleme gücüm gelişmemişti. Bunu ancak 1987’den itibaren geliştirecektim’’ şeklinde değerlendiriyor. Yine en son heyet görüşmesinde de ‘‘Kesire bana 10 yıl korkunç bir ders verdi. Kesire’nin verdiği dersler olmasaydı bugün bu masada oturan kadınlar olmazdı. Kadın özgürlüğü olmazdı’’ Rêber Apo kadınlarla ve eş yaşamlarla ilgili düşüncelerini yılların birikim ve tecrübesine dayanarak Özgür Eş Yaşam adı ile kuramlaştırdı.
Özgür Eş Yaşam Jineolojiyi geliştirirken temel alacağımız kuramlardan birisi. Özgür eş yaşamı neden jineoloji kapsamında ele alacağız? Kadın biliminin çıkış gerekçelerinin başında toplumsal yaşamın krizi diğer deyişle kaosu geliyor. Bu kaosun en derinlikli olduğu alan eş yaşam alanı olduğuna göre kadın biliminin ilk yoğunlaşacağı alanlardan biri de eş yaşam alanı olacaktır. Ya da daha doğru ifade edelim; jineolojiyi gerekli kılan ilk alanlardan biri de eş yaşam alanıdır. Çünkü sorunların köklü olduğu yerler çıkışı en fazla dayatan yerlerdir. Yaşam, doğa, evren ikilemlidir, diyalektiktir. Kadın ve erkeğin doğası da birlikte var olan, birbirini tamamlayan doğalardır. Ancak beş bin yıllık yabancılaşma araya “karaçalı” gibi girmese. Ki girmiş. Bu yabancılaşmaya karşı varlığını, hem kendi hem karşı cinsinin doğasını tanıma ve bilme, bunun bilincine sahip olma ve bu temelde yaşama gücünü geliştirmek için jineoloji diyoruz. Tanımı olmayan şeyin bilimini geliştiremeyiz. Bu konuda her iki cinsin de yaşadığı kara cahillik ve körlük durumları derindir. Bu nedenle birbiri karşısında Babil’in 72 dilli yabancıları gibidirler, bunu aşmak için jineoloji diyoruz.
‘‘Eş yaşam, özellikle kadın etrafında geliştirilecek bilim, doğru sosyolojiye atılmış ilk adım olacaktır. Eş yaşamdaki ilişki, evrenselliği ve tüm toplumsal bağları temelde etkileyen özelliklere sahiptir. Uygarlığın en büyük ikiyüzlülüğü, bu evrensel ilişkiyi sadece çok mahrem ikili bir tekil olgu saymasıdır. Sosyolojik bilginin değersiz ve yararsız olmasının en temel nedenlerinden biri budur. Hiçbir yaşam alanı eş yaşam alanı kadar temel ve belirleyici özelliğe sahip değildir. Ekonomiyi, devleti temel ilişki saymak modernite sosyolojisinin bir saplantısıdır. Sonuçta ekonomi de, devlet de eş yaşamın aracı konumundadır. Eş yaşamlar ekonominin, devletin, dinin hizmetinde olamazlar. Tersine devlet, din ve ekonomi eş yaşamın hizmetinde olmak durumundadır. Bu nedenle bu terslik tüm modernite sosyolojisini kaplamıştır.’’ Rêber Apo’nun belirttiği bu tersliği gidermeyi modernite sosyolojisinden bekleyemeyeceğimize göre kadın bilimi olarak bu tersliğin ne olduğunu, nasıl yaratıldığını ve inşaa edildiğini, nedenlerini, sonuçlarını ve toplumsal yaşamdan neleri alıp götürdüğünü, yerine nelerin nasıl ve niçin kimler eliyle inşa edildiğini ve bu alan etrafında kadının başına örülen bin bir çorabı anlatmak için ve anlatıp anlaşılır kıldıkça o çorapları tek tek sökmek için Özgür Eş Yaşamı jineolojinin kapsamında ele alıyoruz. İlk ilmi yapılması gereken bu konuyu yıllardır tartışıyoruz aslında. İlmini yapmak için cesur olmak şart. Bu alanda yaratılan korkuları, tabuları, kırmızı, kalın-ince çizgileri tartışmak gerekir. Rêber Apo ‘‘Bu gerçek kamusallıkla bağlantılıdır. Zaten toplumda ‘özel’ ve ‘kamusal’ alan ayrımına gitmek modernitenin bir çarpıtmasıdır. Asli toplumda bu tür bir ayrımın anlamı yoktur. Doğru olan, temel ve belirleyici ilişki biçimleridir.’’ Diyerek bu belirttiğimiz cesaretin kaynağının ne olması gerektiğini ya da cesaretin nerede nasıl kırıldığını çözümlüyor. Bizler her toplumsal sorunu cesurca ele alıp tartışan militanlar olarak eş yaşamlar konusunu da jineoloji kapsamında ‘ilk ilmi yapılması gereken’ alan olarak ve özellikle yaşanan toplum kırımın-kadın kırımın nedenlerini göz önüne getirerek cesurca tartışabilmeliyiz. Sorunların kaynağı kadar nasıl bir kadın? Nasıl bir erkek? Nasıl özgür yaşamlar? Bunun savaşımı nasıl veriliyor? Veriliyor mu? Analizlerimizde eksik olan nedir? 1993 Kadın ordulaşma çözümleme deneyiminden başlayıp erkeği dönüştürme projesi kapsamında, kadın ve erkek yoldaşların özgün eğitimlerine kadar pek çok farklı deneyimlerimiz yaşandı. Artık özgür eş yaşamı açık ve cesurca, yaşanan sorunların gerçek kaynağına da inerek analiz edebilme ve jineoloji kapsamında bilimsel ele alabilme gücünü gösterebilmeliyiz. Rêber Apo bu konuda ne zaman proje sunsa içine düşülen en temel hatalardan biri sunulan projeyi ya da sunulan düşünceyi kategorize edip ‘‘Önderlik bunu toplum için söylüyor, bizim için önermiyor’’ şeklinde kendi yorumlamamızdan geçirmemizdir. Önderlik önerdiği hiçbir proje için bugüne kadar böyle bir kategori sunmadı. Sunduğu her projenin muhatabı kadın özgürlük hareketi ve Kürt özgürlük hareketi oldu. Toplum için sunulsa bile bunu toplum için uygulanabilir düzeyde örgütlemesi ve hazırlaması gereken, bunun eğitim ve bilinç düzeyini yaratması gereken öncülük misyonu olan örgüttür. Ancak Önderliğin geliştirdiği tüm öneri ve projelerin en son da geliştirdiği özgür eş yaşam kuramının muhatabı biz militanlarız.
Son olarak özgür eş yaşamın aslında Rêber Apo’nun son savunmasında kadınlar ve erkekler için madde madde belirlediği kanunları var. Bunlar başlangıç itibari ile ya da ilkesel olarak belirlenmiş. daha da geliştirilecek ve tartışılacak birçok yaşam ilkesi olabilir. Kadınla-erkek arasında bilimsel-felsefi ilişki düzeyinin geliştirilmesi ilk ve temel ilkelerdendir. Yine kadınların ve erkeklerin kendi hem cinsleriyle iç ilişkilerinde, yine kadınlarla erkeklerin ilişkilenmelerinde belirlenmesi gereken birçok ilke konulabilir. Çünkü, kadınlarla erkeklerin ilişkilerinin sağlıklı olmamasında temel bir yön de kadınların kadınlarla, erkeklerin de erkeklerle doğru ilişkilenmeyi bilmemesidir. Kadınlar erkekler eliyle birbirilerine çocukluktan rekabet ve kıskançlık duygusu ile erkekler de yine birbirlerine karşı rekabet ve sevgisizlik ya da değişik korkularla ya da kirli işlerin suç ortaklığı temelinde çirkince ilişkileniyorlar. Bozulma çocukluktan başlıyor. Bu nedenle eş yaşamların en temel konularından biri çocukların varlığı ve eğitimiyle ilgili olmak zorundadır. Sonuçta bu toplumda çocuklar var oldukça onların şekillenmesi de bir toplumsal sorumluluk olarak üstlenilmesi gereken, en etik ve estetik tarzda yerine getirilmesi gereken konulardan biridir. Kız ve erkek çocuklarını yabancılaştırmadan, cinsiyetçi ideoloji ile zehirlemeden, bir elmanın iki yarısı gibi, birbirini sevip kollamayı öğreterek yetiştirebilmeliyiz. Bu sağlam eş yaşamların başlangıçları için gerekli ilk adımlardır.
Bu yazı http://jineoloji.org/ sitesinde alınmıştır...