KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

Kadınların vicdanı reddediyor savaşı

Kadının Kaleminden
Nisan 08 / 2016


 

 
Sibel Yükler
 
"'Her Türk'ün asker doğduğu' ve bir 'ordu devleti' Türkiye'de, vicdani ret 'halkı askerlikten soğutma' olarak yargılanıyor. 318. kanun maddesinde yer alan bu suça(!) kadınlar da ortaklık ediyor."
 
Bu ifadeler, savaşı reddeden ve vicdani reddini açıklayan 21 kadınla yapılan röportajın yer aldığı, gazeteci Atlas Arslan'ın "Kişer Pari Mama" adlı kitabının arka kapağında geçiyor. Vicdani ret üzerine ilk okumaları yine gazeteci Pınar Öğünç'ün çalışmaları üzerine yapmıştım. Aslında bu tanımla tanışmam daha eskiye, 'müslüman' kimliğiyle askere gitmeyi reddeden bir erkekle konuşmama dayanıyor. Eline silah almayı, militarizmin dayattıklarını; -özellikle 2000'ler öncesi- kışlalarda ibadet edemeyeceğini düşünmesi ve kutsal kitaplarda "öldürmeyeceksin" denmesi nedeniyle reddediyordu. 
 
Cinsiyetçiliğin/etçilliğin 'babası' 
 
Her Türkün asker doğduğu bir ülkede, bir 'memleket kutsalı'ndan niçin bu kadar kaçılırdı? Önceleri, vicdani reddin yalnızca dinî temel üzerinden yapıldığını düşünüyor ve bunun geçmiş dönem siyasal iktidarlarının dayattığı 'askerciliğe' bir itiraz olarak görüyordum. Sonra sonra meselenin militarizm olduğunu ve militarizmin; milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin, dayatmacılığın, asimilasyonun, nefretin ve en nihayetinde cinsiyetçiliğin/etçilliğin "babası" olduğunu öğrendiğimde bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıya kaldım.
 
Hayatımızı savaşına ortak ediyor
 
Mesele yalnızca eline silah alıp almama meselesi değildi. Ortada insana, hayvana, doğaya karşı açılmış bir savaş vardı. Üstelik bu savaş yalnızca silahla olmuyordu. Giydiğimiz botlardan gittiğimiz okullara, tek sıra 'nizami' dizilişlere, kurumlardaki hiyerarşik yapılaşmalara, sözlü edebiyattan 'yaşam savaşı' verilen hastalıklara kadar hayatımıza işlemiş militarizm, bizi her gün açtığı savaşa 'ortak' ediyordu.
 
Kadın, bedeninden toprağına kadar vuruluyor
 
Askere giden erkeğin eline kına süren anneler, oğullarını kime 'kurban' ederdi? Hangi vatan, savaştırılan 18 yaşındaki bir gencin canından daha kıymetli olabilirdi? Hayvanları kurban edenler, insanları da kurban ediyordu. Sistemin tahakkümü altında olanlar, oğullarını savaşa kurban ediyordu. Oysa savaşlar bize öğretmişti ki, ilk önce çiğnenen beden hep kadın bedeniydi. Evinden olan, sürgün edilen, köle olarak alınıp satılan, tecavüze uğrayan hep kadınlardı. Doğrudan karşısına "düşman" dikilmemiş bir kadın da, en önce kendi toprağından vuruluyordu. Ekinlerini topladığı, topladıklarıyla kendini, çocuklarını doyurduğu emeği, yeşili, besini ve toprağı yok oluyordu. 
 
Savaşın gizli öznesi devlet
 
Vicdani retçi kadınların anlaşılmamasının en büyük sebebi, askere kadınların çağrılmıyor olmasıydı. Çünkü savaş dediğimiz hâlâ nazarımızda kışlalardan dağlara gerçekleşen "operasyon" algısından ibaretti. Sahi, bu askeriye hangi dağa "operasyon" düzenliyordu? Halihazırda yine asker tarafından yok edilmeye çalışılan bir halkın çocukları, özgürlük mücadelesi için dağlarda bir gerilla hayatı başlatmıştı. Kilit noktası tam da buradaydı. Halklar öldürülüyor ve tehcir ediliyordu. 1915'ten bu yana her tehcir bir kıyımdı. Savaşın öznesi yahut gizli öznesi asker değil, devletti işte. 
 
Kadınları 'hayatta bırakmak'
 
24 Nisan 2015 günü herkesin gözüne çarpan, hatta kimisinin saçına konan fotoğrafı hatırlıyorum. Saçlarına "unutma beni" çiçeği kondurulmuş 103 yaşındaki bir Ermeni kadın. 103 yıldır tehcire, savaşa, kıyıma canlı canlı şahit olmuş bir beden, bir yürek ve bir kadın. Kadın dediğimiz savaşa doğrudan nasıl maruz kalırdı? 103 yıl boyunca bütün acıları görerek. Devletler, egemenler, soykırımcılar ya da işgâlciler, yok etmeye çalıştıkları insanların erkeklerini öldürüyor, kadınlarını ise hayatta bırakarak her türlü işkenceden geçiriyordu. Dersim'in kayıp kızlarını düşünün. Saçları örgülerinden hışımla kesilen, babalarının katillerinin yanına yerleştirilen, asimile edilmeye çalışılan, annesi-babası-kardeşi-komşusu ve kimliği ve hikâyesi gözlerinin önünde katledilen kız çocuklarını... Onların ölene kadar yaşadıkları travmayı ve yaşamları boyunca bu işkenceye 'yaşatılarak' maruz kaldıklarını... 103 yaşındaki Ermeni kadının, eğer 'yaşattılarsa' onun annesinin ve kız kardeşlerinin gördüklerini... Tecavüzü, tacizi düşünün. Sürgünde ödetilenleri, yollarda yitirilenleri düşünün. 
 
Kadınlar, hakikati yaşatıyor
 
Çok zaman önce tanıştığım bir kadın, "Keşke bizi de erkekler gibi öldürselerdi, o vakit hiçbirini yaşamamış olurduk" diyordu. Hayır! Biz şanslıydık ve kadındık. Dersim'in kızlarını kaybetseler de hikayelerini asla kaybedemediler, Ermeni kızlarını sürseler de hikayelerini asla kazıyamadılar. Savaş açanların kendilerinden büyük bir hakikât vardı: Tanıklıklar. Bu hakikâtin taşıyıcıları da kadınlardı. 
 
O kadınlar, bebeğini ayağında sallarken söyledikleri ninnilerde, yatmadan önce anlattıkları masallarda taşıdılar hikâyeleri. İnsan hafızasının emiş gücü en çok uyumadan önce kuvvetlidir. Kadınlar bunu bildiler ve uyumadan önce çocuklarına hakikati anlattılar. Ellerine kına sürerek oğlunu askere yollayan kadınlar için de artık sağ olacak bir vatan yok. Vatan, savaşın durduğu yerde. Kadınlar bunu da bildiler..
 
Artık 'vatan sağ olsun' demiyorlar
 
Tüm bu hikâyelerden sonra özneye yeniden dönecek olursak, "Her Türk'ün asker doğduğu" bir toprakta her kadın da "asker doğurmak" zorundaydı. Atlas, bu durum için "kadın orduya asker üreten bir kuluçka bu sistemde" diyordu. Kadınlar "Vatan sağ olsun" demiyordu, sistem kadınlara "vatan sağ olsun diyeceksin" diye diretiyordu. 
Size asker doğurmayacağız!
 
Kürt kadınların kurşunlar geçirilmiş bedenleri günlerce sokak ortasında can çekişerek ölüme terk edilirken, kundağından kopamamış bebekler kimliği çıkmadan toprağa gömülüyorken, 20 yıl öncesi 20 yıl sonra yeniden tezahür ediyorken... Bir 24 Nisan günü askerde öldürülen Sevag'ın annesiyle yaptığı son konuşmayı yeniden anarak, kadınlar "Kişer Pari" diyordu savaşa. Elimize silah almamız kutsal görüldüğümüzden değil, rahmimizden üretilecek yeni bir savaş silahındandı. Size asker doğurmayacağız! "Kişer pari" dediğimiz savaşlardan barışa ve gökyüzüne "pari luys" diyerek bakacağız. 
 
Bu nedenlerle, 'askere çağrılmayan' kadınlar için savaş 'kışla'lardan ibaret değil. Kadınların vicdani reddi, sistemin kendisini reddetmek demek. Evet, kadınız ve sistemi de savaşı da reddediyoruz!