KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

Şengal Melez bir aşktır

Kadının Kaleminden
Ağustos 02 / 2016


 

 
Medya Doz
 
Kocaman bir derya ortasında tek başına yüzen bir balığa benziyordu Şengal dağı... O, uçsuz bucaksız çöl ortasında ne kadarda yalnızdı Şengal dağı. Aradan tam iki yıl geçti, o dağı görme tarihi iki yıl eskidi ama hiç eskimedi tanık olduklarım. O, dağda görülenlerin destanı yazılmadı henüz, yazan bir çatal yürek çıkar mı o da bilinmez. Kadim halkımın 73. Fermanına tanık olmak asırlık ninelerin ağıdını beyninin tüm hücrelerinde hissetmek gibi bir şeydi. Oradaydın ama aslında orada değildin, orası diye bir yer yoktu. Şimdi diye bir zaman da yoktu sanki. Şimdiyi göüğüsleyecek kadar güçlü bir yürek yaratılmamıştı belkide. İnsan anda yaşanan kabusa bir anlam veremeyince kendini bir rüyanın koynuna bırakıveriyordu. Gerçeklere göğüs geremeyince insan, hayallere sığınıyordu. Günün acımasız tufanı ayaklara dolanınca ana rahmine dönmek istercesine tarihe dönmek istiyordu insan. 
 
Ağustos ayının kavuran sıcaklığında bir çölde ilerlerken gördüğüm o manzaralar hafızamın en derin yerine kazınmış, bıçakla yontmak istersem bile sökemeyeceğim kadar derin, sökemeyeceğim kadar zihne işlemiş… O kavuran çölün ortasında bir kafile yol bulmuş Şengal dağından aşağı doğru geliyordu, baştan ayağa acı olan bir kafile. Sanki yürüyen insan seli değil de acıydı. Ayaklarını tozlara sürüye sürüye yürüyordu acı. Gördüm acı yürüyordu. Arkasında utancın ayak izlerini bırakarak yürüyordu. Acının ayakları vardı, ayaklarını gördüm. Acı yüzümüze tükürür gibi bakıyordu. Acının gözleri vardı, gözlerini gördüm. Acı bir çocuğun cisminde kötülükten kaçar gibi kaçıyordu o çölde. Gördüm hırçın bakışları vardı acının, gördüm toprağın kalbini eze eze yürüyen ayakları vardı acının… Fermandan değil, kendinden bile kaçıyordu acı, gördüm hiç arkasına bakmadan kaçıyordu acı…
 
Çölün tozlarını yara yara ve binlerce yaraya dokunarak ulaşmıştık Şengal dağına. Dokunuyorduk yaralara dokunmasına da, iyileşmiyordu yara, daha çok kanayıp bizi de yaralıyordu. Bize minnettar olduğunu söyleyen her ses bizi bir utanca batırıyordu. Verdiğimiz her su damlası için bize şükranlarını sunan acı kafilesi insanlığımızı çarmığa geriyordu. Nedir ki su? Su için birileri niye başka birilerine minnettar olsun ki? Ateşin ırkı, böyle bir susuzluk ile niye sınanıyordu, neden su dilenir hale getirilmişti bu ateş ikliminin insanları? 
 
Biz Şengal'e doğru yürüyorduk, acı kafilesi ise arkasına hiç bakmadan kaçıyordu Şengal'den, bazıları bize deliymişiz gibi bakıyordu. Benim kafamda imgeler keder ile filizleniyordu. Sodom ve Gomora'dan kaçar gibi kaçan bu acı kafilesi ile ters yöne giderken, sanki Êdulê ve Derwêş Êvdê'nin ruhunu da kendimizle götürüyormuşuz gibime geliyordu. Yolda en çok yüzüne elem işleyen kadınlar gördük, susmaları bile insanın kalbine bir yumruk gibi iniyordu. Neden bilmem ama bu kadınları gördükçe herkes gözümde bir günahkara dönüşüyordu. Ve kendi günahlarımdan utanıyordum.   
 
İskenderin kılıcının parıltısında kadınlar yüzünü görmüştü yine, en çok kadınların boynu, kirlenmemek adına gönül vermişti bir kılıcın keskinliğine. Uçurumlar çağırmıştı yine kadınları. Ve koşa koşa uçurumlara gitmişti yine kadınlar... Kadınlar ah kadınlar ülkemin bütün fermanlarında isimsizliğe ve soysuzluğa isyan seceresiydiler. Bu topraklarda her öykü kadınlarla başlayıp kadınlarla bitiyordu.
 
Yolda ölü bedeni taşlarla örtülen körpe bir kızın mezarı vardı, şeker hastası olan kızın sevdiği genç adam, onu sırtında oraya kadar taşımıştı ve sonra ölümünü izleyip bir aşkı taş altı yapmış ve kayıplara karışmıştı.  Kızın ismi Melez idi. Aslında bütün hayat melezdi ve bütün aşklar zaman ile melezleşiyordu. O, an çölün gözbebeklerinde bir tavus kuşu çığlık çığlığa ağlıyordu. O mezarı oraya yapıp izini kaybettiren genci arayıp durdu gözlerim ama nafile, hiç görünürde yoktu ve daha sonrada kimseler izine rastlamadı. Melez'i oracıkta gömüp bir bilinmeze gitmişti… Sonraları hep aklıma gelip gelip tekrar gidiyordu o genç, intihar mı etti, terki diyar mı etti, bir derwiş, bir mecnun olup çöllere mi düştü hiç bilemedim…
 
O, an önümüzden geçen bir ana "iki yaşındaki oğlum susuzluktan boğuldu" diye sayıklayıp bir bilinmezlliğe gidiyordu. "Kurê min fetısi" fetısi fetısi fetısi sözleri kulak ve beyin arasında bir yankıya dönüşüyordu... 
 
Karşıdan yaralı olan kolu sarılı, kucağında çölde terk edilmiş bir çocuğu taşıyan, yeşil gözlü bir kadın gerilla geliyordu. İsmi Viyan dı. Viyan, Ermeni asıllı bir katliam çocuğuydu, ninesinin anlattıklarını şimdi yaşıyordu. Ezidi çocuk, Ermeni Viyan'a o kadar sıkı sarılmıştı ki bütün kavrulmuş zamanlarla inatlaşır gibi. Bir elini boynuna dolamış, diğer eli ile gömleğinin yakasını sıkıca tutmuştu. Ayaküstü sohpetimizde Viyan'ın Sününê köyünde DAİŞ çeteleri ile girdikleri çatışmada yaralandığını öğrendim. Şimdi ise YPG ve YPJ tarafından açılan insani koridorda insanları katliamdan kurtarmak için geçirmeye çalışıyordu. Yaralı kolu hem silah hemde çocuk taşıyordu. Viyan'ın gözlerinde ninesinin anlattıklarını ciddiye almadığı için büyük bir pişmanlık sezdim.
 
Bu sezgimi fark eden Viyan, "Heval Medya ben çocuktum, ninemin anlattıkları bana masal gibi geliyordu, nerden bileyim ki ferman böyle bir şeydir." Viyan'ın o kocaman yeşil gözleri dolunca boynuna sarıldım kokusunu içime çektim. İçimden böyle dediğimi hatırlıyorum "Bütün dünya senin gözyaşlarına kurban olsun" ayağımızın dibinde oturan sahipsiz çocuk bizi kıskanır gibi bakınca Viyan'ı saran kollarım kendiliğinden çözüldü. Yanımda kalan bazı yiyecek ve içecekleri de Viyan ve çocuğa bırakıp yola devam ettim.
 
Akın akın gelen kafilede bütün erkekler yere bakıyordu. Ne yalan söyleyeyim bütün erkeklerin çaresizliklerinden tiksindim o an. Her biri kendini kadınların dünyasına musallat eden bir imparator gibi görmüştü zamanında ama gözlerinin önünde binlerce kadın esir alındığında, o, mülkü gördükleri kadınları kurtarmayı bırak savunamamışlardı bile. En çok kadınlar ağlıyordu, en çok kadınlar isyan ediyordu.  "Peşmergeler bizi sattı, bizi kandırdılar, bizi bırakıp kaçtılar" diyordu beyaz tülbentli bir kadın. Serbest isminde bir peşmerge komutanına bedualar edip hüngür hüngür ağlıyordu. "Neden hiç bir beşer sesimizi duymuyor" diye haykırıyordu. Bu sesler insanın benliğine çarpıp çarpıp yürek kıyısını aşındırıyordu. Bir deniz dalgası nasıl bir kıyıyı dövüp aşındırıyorsa öyleydi o haykırış...
 
Dağın zirvesine ulaştığımızda iki adamın yaptığı sonuçsuz pazarlığa tanık olduk, bir adam diğer adama arabasını eşek karşılığında satmak için yalvarıyordu. Arabası olan adamın annesi araba yolunun olmadığı DAİŞ çetelerinin kontrolündeki bir vadide kalmıştı. Elden ayaktan düşmüş yaşlı annesini getirmek için bir binek hayvanına ihtiyacı vardı. Ama eşeğin sahibi de aynı dertten müzdaripti ve arabanın o an için hiç bir anlamı yoktu. O çaresizlik, evet o çaresizlik bütün tarihsel değerleri zerreye dönüştürüyordu. İki gün sonra arabasını bir eşeğe takas etmek isteyen o adamı bir gerillanın ayaklarına kapanmış halde gördüm. İsmi Sefkan olan bu gerilla, o adamın annesini sırtlayıp o yol vermeyen vadiden Şengal dağına çıkarmıştı. Sefkan, adamın ellerinden tutup ayakları önünden kaldırdı, utanmıştı ve yorgunluktan halden düşmüştü. O an adamın yakarışları ve dualarını duymadığından adım gibi emindim. Arkasını dönüp oradan hızla uzaklaştı ve bir konteynırın gölgesine oturdu Sefkan. Karşıdan ona baktığımı görünce elini alnına götürüp bana selam verdi. Birazdan yanıma aldığım bir su bidonu ile Sefkan'ın yanına gittim. Suyu ayaklarının dibine bıraktım ve söylenmeye başladım: 
 
"İki gün ya iki gündür bu adam çaresiz çaresiz ortalıkta dolanıp duruyor ama onu dünyaya getiren kutsal varlığı gidip o vadiden getirmeyi akıl edemiyor" dediğimde Sefkan bir kahkaha atıp "Ere de, sen niye bana kızıyorsun?"
 
"Yoldaş, sana niye kızayım ben o adama kızıyorum" 
 
"He he sen bu Şengal'e geldiğin günden beri feminist damarların kabarmış, bütün erkeklere sayıp duruyormuşsun duydum ben" diyince. 
 
"Ox iyi yapıyorum" demek ile yetindim.
 
Şimdisi ifade edilmeyen ve bitmeyen öykülerin sadece kıyısına dokunuyoruz bazen, bazen, susmak ve demlenmek gereksinimi duyuyoruz belki de... 
 
Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra yine Şengal'e gittim. Bu kez o çaresizlik gitmişti yerine inatçı bir direnç gelmişti. Dünün köleleri gibi görülen Şengal'li kadınların yüzünden utanç maskesi düşmüş, tenleri ve simalarına işleyen bir kendinden eminlik yerleşmişti. Benliklerine işlemiş katmerli köleliliği soyunmaya çabalar halde görünce onları, gurur duydum, taktire şayan gördüm. Kızlarının kapının önüne bile çıkmasına razı gelmeyen analar kızlarının elinden tutup savaş mevzilerine getiriyorlardı. Şengal'li kadınlar YJŞ adında kendi özgün ordularını bile oluşturmuştu. Ş. Xanê adında bir akademi kurmuşlardı, o akademide tarih, sosyoloji, bilim, felsefe, jineoloji, derslerinin yanında bir de askeri eğitim görüyorlardı. 
 
Karar mercileri olan meclislerinde bütün toplumsal sorunlara çareler arıyorlardı, sağlık, güvenlik, basın, ekonomi, eğitim ve daha yaşam ile ilgili ne varsa o konularda kominler oluşturup yürütmeye başlamışlardı. Adalet divanlarında erkek aklının yasaları değil, kadın vicdanı işliyordu. Kadınlar, sorularını tartışacağı divanlar kurulup düzenli toplantılar alıyorlardı. İhtiyaçlarına göre konferanslar, seminerler düzenliyorlardı. Erkeklerle eşit koşulları bile aşan özgün bir kadın sistemi oluşturulmuş, siyasi bir kimlik sahibi olmuştu kadınlar. Bu ve daha sayamadığım birçok değişimi Şengal kadınlarında gördüğümde gerilikten ve kölelikten ancak böyle intikam alınır dedim. KDP'nin kendi sömürgesi gibi gördüğü, DAİŞ'in vahşet ocağı gibi gördüğü Şengal değişmişti. Ama en çok ta kadınlar değişmişti…