Ayşegül Devecioğlu: Mesele hendeklere indirgenmeden özyönetim tartışılmalı
09:05
Ceren Karlıdağ/ JINHA
İSTANBUL - Yazar Ayşegül Devecioğlu Türkiye'de son 30 yıldır Kürt halkına yapılan birçok haksızlığın terörizm gibi parantezlerin içine alınarak meşrulaştırıldığını ifade ederek," Ben Cizre'ye gidip öz yönetim ilan edilen mahalle halkı ile konuştuğumda bana 'bu hendekler olmasa ölüm üç dört kat misli olurdu' dediler. Bu tarihi görmek lazım. Türkiye'de olmayan hukukun orda hiç olmadığını görmek lazım" dedi.
Yazar Ayşegül Devecioğlu "Cizre'de Gördüklerim" başlıklı yazısında, devletin terörize ettiği hendekler ile ilgili 'evcimen barikatlar' tanımını yapmış ve Kürdistan'da inşa edilen öz yönetim modelinin her geçen gün gerçeklik kazandığının altını çizmişti. Öz yönetimlerin dünyanın pek çok yerinde uygulanan bir model olduğunu yineleyen Ayşegül ile Türkiye'nin içinde bulunduğu süreci, sürecin edebiyata yansımasını ve öz yönetimleri konuştuk.
7 Haziran seçimleri ve 1 Kasım tekrar seçimleri arasındaki geçiş sürecini ve sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
7 Haziran seçimlerinde birçok anti demokratik engele rağmen HDP iyi bir sonuç aldı. Fakat bunu kendine yediremeyen ve bu sonuçları katliamla, ölümle, savaşla kendi lehine çevirmek isteyen bir iktidarla karşı karşıyayız. 7 Haziran öncesinde de seçim bürolarına, parti binalarına saldırılar olmuştu. Sonrasında Suruç, Ankara, Diyarbakır katliamları ile seçimlere gidildi. Halkın kanaat oluşturmasına el vermeyen sansür ve baskı uygulamaları ile, medyanın yüzde yetmişinin hükümetin elinde olduğu, HDP'nin kendini ifade edemediği bir seçim yapıldı. Bu sonuçları meşru görmek mümkün değil. 7 Haziran seçimlerinde AKP'ye oy kaybettiren Tayyip Erdoğan'ın alanlara çıkması ve başkanlık sistemini ön plana koymasıydı. 1 Kasım seçimlerinde ise zorla, toplumun seçme ve seçilme hakkını gasp ederek aldığı oyla gündeme başkanlık sistemini getirdi. Biz entelüktel siyasi bir tartışma yürütmüyoruz. Fiilen başkanlık sisteminin uygulamaya koyulduğu, darbe dönemlerini aratmayacak kadar anti demokratik uygulamalara maruz kaldığımız ve hukukun askıya alındığı bir dönemde biz Erdoğan'ın başkanlığını konuşuyoruz. Bu koşullar altında milli ve yerli anayasayı ve bunu konuşuyoruz. Eski merkeziyetçi yapının çok daha katmerleşerek karşımıza çıkacağını görmemek mümkün değil.
Peki buna karşı bir direniş geliştirildi mi, öz yönetim ilanları bu direniş noktalarının bir boyutu mu?
Buna karşı bir direniş geliştirildi Türkiye'de. Bundan önceki anayasa sürecinde normal vatandaşın internetten 400 anayasa önerisine bakıp, bunları incelemesi olanaksız hale getirildiği için toplumdaki mutabakat noktalarını da kaybettik. Oysa 1985'lerden beri Avrupa yerele yetki devri diye bir şeyi tartışıyor. Avrupa ülkelerinde Belçika'da, Portekiz'de, İtalya'da öz yönetimler uygulanıyor. Üniter devlet dediğimiz, Türkiye gibi ülkelerde de öz yönetim uygulamaları mevcut. Kürdistan'da insanların maruz kaldığı korkunç faşist uygulamalara öz yönetimler çok demokratik bir cevaptır. Buna iki türlü cevap verilir. Ya savaşla ya da meşru bir hak olan öz yönetimi uygulamaya koyarak. Ancak öz yönetimilerin anlatılmaya ihtiyacı var. Genel olarak bilinmiyor ve devletin anlatımı ile bir suç gibi algılanıyor. Aslında liberal demokratik, yerel bir model. Dünya ülkeleri açsından bakıldığında adeta vaka-i aidiye.
Türkiye'ye benzeyen hangi ülkelerde bu 'vaka-i aidiye' uygulanıyor?
Fransa 1984'de anayasasına alıyor ve 36 bin tane komün var şuanda. İtalya'da bir ilçeye girdiğinizde komün yazar. Aslında Türkiye'nin çekince koyduğu 'yerel yönetimlere özerklik' de çok şart değil. İngiltere modeline baktığımızda, Fransa'da Korsika modeline baktığımızda biz BDP Anayasa Komisyonundayken şunu önerdik: Türkiye'de Kürdistan illeri özerk bölgesel bir kamu yönetimi uygulayabilir ama Trakya'daki kentler buna hazır değilse halkta bu eğilim yaygınlaşınca bu modele geçebilir. Galip Ensarioğlu 'dünyada hiç olmayan bir şey tartışıyorsunuz' diyor. Dünyada sayısız öz yönetim modeli var. İspanya'da Katalan, Bask, Galiçya özerklikleri farklı özelliklere sahip. Endülüs tarihi bir halk barındırmadığı halde özyönetim talebinde bulundu ve öz yönetim modeline geçti. Önemli olan merkezi devletin aldığı yetkileri bölgesel parlamentolara devretmesidir. Devlet 'ben sana 200 tl veriyorum bununla un ve pirinç alacaksın' diyemeyecek. 'Bu senin bütçen kendi ihtiyacına göre nasıl istersen öyle kullanacaksın' diyecek. Çünkü dünyadaki öz yönetim uygulamaları paranın paylaşılması noktasında önemli. Bölgesel yönetimler kendi vergilerini kendileri koyabilecek. Öz yönetimler Türkiye'de eşitçi, Kürt halkının ve Türkiye halklarının ihtiyacı olan barışı sağlayacak olan bir model.
Dünyada bu kadar meşru olan öz yönetimler Türkiye'de ise yalnızca hendekler ile anılıyor. Öz yönetimlerin doğru anlatılması noktasında kendini aydın olarak gören kesime nasıl bir misyon düşüyor?
Ülkedeki aydın ve demokrat insanların meseleyi hendek, barikat meselesine indirgemeden bu modeli tartışmaya açması gerektiğini düşünüyorum. Bölgenin 100 yıllık tarihini, katliamları, demokratik hak taleplerine devletin nasıl yanıt verildiğinin görülmesi gerekiyor. Ben Cizre'ye gidip öz yönetim ilan edilen mahalle halkı ile konuştuğumda bana 'bu hendekler olmasa ölüm üç dört kat misli olurdu' dediler. Bu tarihi görmek lazım. Türkiye'de olmayan hukukun orda hiç olmadığını görmek lazım. Katledilen Bünyamin Yirci'nin babası bana 'bir barikatımız bir canımız var' dedi. Bir edebiyatçının tüm bu çerçeveyi görmesi ve öldürülen insanları devletin ağzı ile 'terörist' olarak suçlamaması gerekiyor. Barikatları görünce 'evcimen barikatlar' dedim. Çünkü mahallelere asılan battaniye ve perdeler, evlerden getirilen eşyalar ile yapılan barikatlar... Bunu anlatabilmek ve egemen söylemin dışında konuşmak gerekir.
Diktatörlük, faşizm ya da benzeri kelimelerle ifade edilen bu süreçten edebiyat nasıl etkileniyor?
Türkiye'de fikir ve ifade özgürlüğü sadece düşünce özgürlüğü olarak tartışılıyordu. Sanki kafamızın içinde bir düşünce var ordan dışarıya çıkmıyor. Düşünce bir şekilde ifade edilmeden 'düşünce' olmaz. Ben bulunduğum yazar örgütlerinde hep şunun mücadelesini verdim; senin ifadenin kısıtlanması ile sokakta yaptığın bir eylemin kısıtlanması farklı şeyler değil. İfade özgürlüğünün yalnızca söz söyleme özgürlüğü olarak kısıtlanmasına ise biz izin verdik. Sokakta eylem yapan insan ifade özgürlüğünü kullanmıyordu ama söz söyleyen kullanıyordu şeklinde dar bir anlayışla ele aldıkça kendi alanlarımız daraltmış olduk. İş TÜBİTAK'ın kitap yasaklamasına kadar vardı. Dünya Yazarlar Birliği (PEN) devlete 'Bir insana boynuna sarı kırmızı yeşil poşu bağladığı için engel oluyorsan benim de ifade özgürlüğümü çiğniyorsun' demediği sürece gelinen noktada yapacak bir şey yok. Türkiye'de son 30 yıldır Kürtlere yapılan birçok şey terörizm gibi parantezlerin içine alınarak meşrulaştırıldı. Burada bir suç varsa bu suça bütün yazarlar edebiyatçılar dâhildir. İktidar aydınları da, sanatçıları da, edebiyatçıları da biçimlendirir. Faşizme karşı çıkmayanlar edebiyatçı değildir diyemeyiz ama bir edebiyatçı insanı anlatma merakına sahipse özgürlükten yana olmalıdır. Bu tür dönemlerde faşizme karşı çıkmalıdır.
Peki tüm bunların odağında edebiyat, barış, toplum arasında ki ilişki nasıl biçimleniyor, yeni bir dil yaratılabilir mi?
Türkiye'de alanlar daraldıkça, o güne kadar dokunulmamış kesimlere de dokunulunca yeni mücadele anları ortaya çkıyor. Can Dündar'ın tutuklanmasına kadar vardı süreç. Bu noktaya gelene kadar farklı bir tavır alınsaydı böyle olmazdı. Türkiye'de barış meselenin çetrefil bir hale gelmesinin bir sebebi de barışın siyasi olmadığını düşünmemiz. Hâlbuki insani bir şeyin siyasi olarak ifade edilmesi çok daha mümkün. Edebiyatla bu tür şeylerin temas ettiği alan ise başka bir alan. Bu zeminden bize daha yapıcı bir dil gelebilir. Siyasetle edebiyatın hakim olduğu bağlar kopuk. Bu kopukluk kitap okunmamaktan değil maneviyat zedelenmesinden ileri geliyor. 80 öncesinde devrimci olmayanlar, devrimciliğe edebiyatla başlamıştı. Bizim kütüphanemizdeki kitaplar yakılarak bitirilemedi. 80 dönemindeyse Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin yok edilmesi ile 80 sonrasında edebiyatın toplumsallıktan beslenmesi zorlaştı. Mesela Gezi Direnişi kendisinden sonraki tüm sanatları etkiledi. Kürdistan içinde bunu söyleyebiliriz. Ama Türkiye'de Gezi Direnişi haricinde toplumsal mücadelenin zayıf olması sanata son derece olumsuz etki yapıyor.
(fk)