Meral Camcı: Faşizm susan susmayan herkesi ezer - SÖYLEŞİ
09:02
Ruken Tuncel/JINHA
İSTANBUL - Barış bildirisine imza attığı için tutuklanan akademisyenler arasında yer alanYrd. Doç. Dr. Meral Camcı barış talep etmenin birleştirici olduğunu belirterek, “Asıl bölücü olanlar nefret ve savaş söylemini yeniden yeniden üretenlerdir. Talep edilen barış süreci başlayana kadar, hatta süreç başladıktan sonra bile müdahil olarak sürecin bir bileşeni olmak istiyoruz” dedi.
Kürt halkına ve Kürdistan’a karşı devreye konulan savaş ve topyekun imha politikasıyla birlikte daha doğmamış bebekler bile katledilirken, toplumun duyarlı kesimleri de tüm bu yaşananlara karşı sesini yükseltti. Kürdistan’daki katliamlara karşı sesini yükselten herkes cezaevlerinden nasibini alırken, bu konuda en büyük gündemi de “Bu suça ortak olmayacağız” dedikleri için tutuklanan akademisyenler yarattı. Barış bildirisine imza attığı için önce çalıştığı üniversite ile ilişiği kesilen, ardından tutuklanan Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı, duruşmadaki savunmasından üniversitelere, cezaevinden barış kavramına kadar birçok konuda sorularımızı yanıtladı.
Savunmanızda İsmail Beşikçi’den alıntı yaparak başladınız: “Her iki metin ve iddianameniz savunmamdır” dediniz. Bu ifadenizi açar mısınız?
İsmail Beşikçi’ye bir kitabından dolayı dava açılıyor. O da “O kitap sizin iddianamenize konu olmuş, benim ise savunmamdır. Zaten benim üretimimdir” diyor. Yani “Söylediğim sözün arkasındayım” demek istiyor. Benim açımdan da aynı anlamı taşıyor. Suç delili olarak iddianameye konan iki metin sözümüzü taşıyor ve bana göre onun üzerine söylenecek söz yok. İlk önce o söz karşılığını bulmalı, yaşanan ağır insan hakkı ihlallerinin sona ermesine dair talepler karşılık bulmalı. Ayrıca metinler iddianameye tahrif edilerek ve eksik koyulmuş. Ben kamuoyuyla paylaşıldığı haliyle, tam metinler benim savunmamdır diyorum. Diğer yandan tırnak içinde ‘savunma’ diyeceğim. Çünkü ‘savunma’ değil, sözümüzü bir kez daha yüksek sesle tekrarlamaktı. Ve daha ne kadar tekrarlamak gerekiyorsa biz buna hazırız.
‘Hiçbirimiz susma hakkına sahip değiliz’
80 darbesi sonrasında üniversitelerin içinin boşaltıldığına, bilim adına çalışmalar yapılmadığına dair eleştiriler varken, akademisyenlerin bu metinle yaptığı çıkış akademiye ve akademisyenlere bir ‘görev’ hatırlatması yapmış mıdır sizce?
Öyle de bir ayağı olduğunu kesinlikle gözlemledik. 1980 sonrasında uygulanan politikalarla üniversitelerin içinin boşaltılmaya çalışılması, toplumsal işlevinin altının oyulmak istenmesi bugün biraz da olsa boşa düşürüldü. Çünkü hiçbir zaman içini tamamen boşaltamazlar, üniversite kendi özünde öyle bir yapılanma değil. Üniversite, iktidarın dışında bir yapılanmadır ve eleştirel düşüncenin üretilmesi ve yayılmasını sağlar. Eleştireldir, çünkü ancak eleştirirseniz bir paradigmadan yeni bir paradigmaya doğru ilerleyebilirsiniz. Üniversitelerin içini boşaltamadılar ama sesini boğmaya çalıştılar. Birçok toplumsal kesimde olduğu gibi üniversitelere de bunu yaptılar. Bu nedenle bu bildiri bir hatırlatma işlevi görmüş olabilir. Ama çıkış noktası elbette ki görev hatırlatması değildi.
Metnin içeriğinin set olduğuna dair eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Cümleler “Lütfen” diyerek başlasaydı, bu şekilde karşılanır mıydı ya da sizler tutuklanır mıydınız?
Ortada hayati bir durum var, insanlar ölüyor, ablukalar, sokağa çıkma yasakları hiç birimizin kabul edemeyeceği durumlar söz konusu. Ve sadece insanlar da değil, hayvanlar, doğa, tarih yok ediliyor. Yani çok boyutlu bir durum var. Ve üreteceğiniz metnin dilsel düzlemini de bana göre bunlar belirliyor. Eleştirinizi daha yumuşak bir şekilde de ifade edebilirsiniz. Fakat yaşananlar çok sert, yaşananlar sert olduğu için de eleştiriniz de sert olmalı, olmalı ki bir etkisi olsun. Biz hiç kimseden bir şey rica etmiyoruz, talep ediyoruz.
‘Yüzleşemezsek atlatamayacağız’
İktidarın ve ana akım medyanın “Terör operasyonu” olarak ifade ettiği olaylara siz “Çocuklar ve siviller ölüyor. Kentler bombalanıyor” diyerek karşı koydunuz. Metne tepki gösterenler sizin ortaya koyduğunuz gerçekle yüzleşmek istememiş olabilirler mi?
Toplum, yakın tarihiyle de yüz yıllık geçmişiyle de yüzleşmek istemiyor. Zaten karşı algı sürekli üretiliyor ve buna baş eğmek daha kolay geliyor. Ama yüzleşmezsek, hiçbir zaman atlatamayacağız, üstesinden gelemeyeceğiz. Diğer bir yandan tanık olmak da kolay değil. Hatırladığım bir olay var: Silopi’de Sêvê Demir, Pakize Nayır ve Fatma Uyar’ın yaralı halde yardım talebiyle mesaj attıklarını, yardım gitmediği gibi, sabahında öldüklerini öğrendiğimde, ben de burada öldüm. Orada insanlar ölürken siz de burada ölüyorsunuz.
İş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde insanlar ölüyor ve sayı olarak ifade ediliyor. Kaybolan bu hayatlara sanki baştan kayıpmış gibi bakma hakkını kim veriyor? Ermenek’te, Soma’da ölenler hep yoksul, emekçi insanlardı. O zaman insanlar kendilerine sormalı: “Neden hep yoksul, hep emekçi insanlar ölüyor?” “Neden Cizre’de, Silopi’de, Sur’da insanlar beyaz bayrakla ekmek almaya çıkıyor?”
Akademiden yükselen bu ses iktidarı ürküttü mü dersiniz?
İktidarlar, kendi sözlerini üreten üniversiteler isterler. Yükselen sesi de etkisizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Fakat istedikleri kadar itibarsızlaştırmaya çalışsınlar akademiden yükselen sesin bir etki alanı vardır. Bu sözün gücünü ve etki alanını onlar da biliyor. İmzanın ilk haftasında barış isteyen akademisyenlerin sayısı iki katına, destek veren insan sayısı da 10 binlere ulaştı. Bu etki elbette ürküttü.
‘Kapılar kilitleniyor fakat ruhunuz özgür’
Bir röportajınızda ‘cezaevinde kapıların üzerinize kilitlendiğini, dışarda ise bizlerin kapıları içerden kilitlediğini’ söylüyorsunuz. İnsanların yaşananları görmek,duymak istememesini mi kastediyorsunuz?
Bunun bir soyut, bir de somut düzeyi var. Soyut düzeyi algılarınızı kapatmak, görmemek, duymamak, konuşmamak meselesi. Somut düzeyi ise insanların gerçekten kapılarını kilitlemediği dönemler vardı. Kapı açık kalırdı, komşunuz rahatlıkla girip çıkardı. Fakat bugün çelik kapılar takılıyor, yetmiyor alttan üstten kilit sistemleri konuyor, bu da yetmiyor üstüne alarm sistemleri konuyor hatta üst katlarda bile pencerelere demir parmaklıklar taktırmaya kadar gidiyor. Bu yaratılan korku ikliminin ve güvensizleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Yani bu kilitlerin hem soyut hem de somut düzlemde bir karşılığı var. Cezaevinde ise kapılar üstünüze kilitleniyor fakat sizin özgür bir ruhunuz varsa hiç bir kapı, hiç bir kilit, hiç bir duvar bunu hapsedemiyor.
Bir başka sözünüz ise, “Kapılara kilit vurulmasa ben bir ömür burada yaşayabilirim”
Aslında orada söylemek istediğim cezaevi değildi. Ütopik bir şey şimdilik. Mesela, koğuşu bir kadın komünü gibi düşünebilirsiniz. Toplumsal gündelik hayatımız içinde de biz kadın komünleri içinde yaşayabiliriz. Orada eril zihniyetin üzerinizdeki baskısını hissetmediğiniz, kadın yoldaşlarınızla, kız kardeşlerinizle beraber ürettiğiniz ve günlük hayatı hep birlikte organize ettiğiniz bir yaşam biçimi düşünün. İşlerin ortaklaştırıldığı, hiç kimsenin birbirinin emeğini sömürmediği ve okuma yazmaya yeterince vakit ayrılabildiği bir ortam. Yani böyle bir yaşamı bir ömür sürdürebilirim.
Kadınların dışarıda mücadelesini verdiği yaşam biçimi içeride somutlaşıyor, öyle mi?
Evet, öyle değerlendirebiliriz. Aslında bu birinci dalga feministlerden başlamış olan bir mesele. Kadının kuram üretememesiyle ilgili bir tartışma vardır ya hani: ‘Kadın daha çok hikâye yazıyor, edebiyat alanında üretim yapıyor’ diye... Hâlbuki bu tam da patriyarkanın üzerimizdeki algı operasyonudur. Çünkü böyle bir şey yok. Bunun koşullarını yarattığımız zaman bu gayet mümkün. İşte örneği; cezaevi… Oradaki kadınlar çeşitli süreli yayınlarda çok nitelikli kuramsal yazılar yazıyorlar.
Cezaevinde tanıklık ettiğiniz hak ihlallerinden de söz eder misiniz?
Kapatarak zaten iradenizi elinizden almaya çalışıyorlar. Fakat bunu yapamadıklarından, sizin orada yaşamı yeniden üretmek adına yaptığınız her şeye müdahale ediyorlar. Mesela Adalet Bakanlığı’nın yayınlamış olduğu son genelge ile sevk sürgünler başladı. İnsanları kurmuş oldukları düzenden koparıp, süreci en başından yaşatmaya çalışıyorlar. Buna şu an en çok Kürt tutsakların maruz kaldığı görülüyor. Yine aynı genelgede temizlik malzemelerinin sayıca sınırlandırılması var. En küçük bir talebiniz için dahi dilekçe yazmak zorunda kalıyorsunuz. Dilekçe yazıyorsunuz ama cevap alamıyorsunuz. En ciddi sorunsa sağlık sorunu. Revir ve hastane boyutunda ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Jandarma eşliğinde hastaneye götürülüyorlar hâlbuki bu bir hasta hakkı ihlalidir.
‘Faşizm herkesi ezmek ister’
Bir başka tartışma konusu ise; batının sessizliği, batı gerçekten sessiz mi?
Temmuz, Ağustos aylarında ilk asker cenazeleri geldiğinde insanlar “Düne kadar çözüm süreciydi, neden çatışmalara geri dönüldü, Ne oldu” diye sormaya başlamıştı.
Gerçekten bir tepkisizlik diyemeyiz, dememiz gerekir. Suskun ama tepkisiz değil. Ayrıca ortada tepkiyi etkisizleştirmek için ciddi bir baskı var. 7 Haziran’dan sonra, özellikle Suruç’tan sonra topyekûn bir baskı ortamı oluştu. Baskı mekanizmaları çok güçlü olarak işletiliyor. Kamu vicdanı yaralı şu an ve büyük toplumsal bir travma yaşanıyor. İnsanların artık görmesi lazım, susmak kimseyi kurtarmayacak. Faşizm susan ya da susmayan herkesi ezmek yönünde bir irade gösterir. Bunu bilmemiz ve sesimizi en gür şekilde çıkarmamız gerekiyor.
İnsanlar artık “Barış” sözcüğünü söylemekten korkar hale geldi. Suç işliyormuş gibi bir psikolojideler…
Kavramların, sözcüklerin içi uzun zamandır boşaltılmaya çalışılıyor. İktidar açısından barış talep etmek artık ‘terörizm propagandası yapmak’ ile eşdeğer tutuluyor ve bu şekilde empoze ediliyor. Toplumsal muhalefetin bir kesiminde de barış naif bir talep olarak algılanıyor. Bu anlamda da içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Barış naif bir talep değildir, barış çok güçlü bir taleptir. Barış, özgürce ve birlikte yaşamanın hayatı birlikte üretmenin olmazsa olmaz bir koşuludur. Barış talep etmek birleştiricidir, biz birleştiriciyiz. Asıl bölücü olanlar nefret ve savaş söylemini yeniden yeniden üretenlerdir.
Söz ve eylem birliği devam edecek. Sözümüzün hala arkasındayız. Talep edilen barış süreci başlayana kadar, hatta süreç başladıktan sonra bile müdahil olarak sürecin bir bileşeni olmak istiyoruz.
(ödk/ck/gc)