Cizre kırgın ama dimdik ayakta - İZLENİM
09:11
Zuhal Atlan / JINHA
ŞIRNEX - Cizre… Çocukken izlediğim ve izlediğim her daim gözyaşlarıma hakim olamadığım Kürt yazar Êhmedê Xanî'nin Mem û Zîn destanı filminin çekildiği yerin adıyla tanıdım bu ilçeyi. Sokaklarında serhildanın eksilmediği, Dicle Nehri, Gabar ve Cudi Dağı'yla masallara, efsanelere konu olan bir yer olarak tanıdım Cizre'yi.
İlk defa geliyordum Cizre'ye. Devlet saldırılarına karşı halkın özyönetimini ilan etmesinin ardından, "sokağa çıkma yasakları" ile birlikte katliamlara tanık olduğumuz zaman bulunmak istemiştim Cizre'de.
Aslında hep Cizre'ye gelip, gezmek, halkını tanımak, Gabar ve Cudi'ye selam vermek, Dicle'nin kenarında oturup akışını izlemek istiyordum ama nedense bir türlü kısmet olmamıştı. Kısmet, Cizre'ye gazeteci olarak gelmekmiş. Cizre'ye doğru yola çıkmadan günler öncesinden başlamıştı heyecanım. Tabi her şeyin "yolunda gittiği" görülen İstanbul'dan kalkıp Cizre'ye gidiyor olmak heyecanlandırmış ve bir o kadar da meraklandırmıştı beni.
Tüm sokaklarda, ellerinde silahlı asker ve polisin olduğu, dükkanların kapalı, sıkıyönetim halinin sürdüğü, halkın hüzünlü ve kimsenin sokağa çıkmadığı bir yer olarak düşündüğüm Cizre'ye gitmek üzere koyuldum yola ve bindim Amed otogarından otobüse…
3 yerde arama noktası
Otobüs yolculuğunda Cizre'yi düşüne dururken, Amed'in Çınar ilçesine vardık. Çınar'da Jandarma Karakolu yakınlarında bir yerde 5-6 asker, ellerinde kocaman bir Türk bayrağını "göğüsleri kabarırcasına" açmaya çalışıyordu. O anda Kürtlerin neden Türk bayrağıyla barışmadığı cevabını kendime vermiş olarak yolculuğuma devam ettim.
Otobüs ilerliyor ve her an bir yerde polis ve askerlerce durdurulacakmışız hissine kapılıyorum. Yolculuk boyunca tepesine Türk bayrağı açmış onca karakol ya da asker kulübesiyle karşılaşıyorum. Ama benim kafam hala Cizre'de. Derken, Mardin'de bir mola veriyoruz. Molada, dört bir yanı asker ve polisle kuşatılsa da Kürdistan coğrafyasının güzelliğine bir kez daha tanık oluyorum.
Mardin'den de ayrılıyoruz, istikametim Cizre. Yol bitmek bilmiyor, yolun uzunluğuna aldırmayan ben de kulağımdaki kulaklıkla telefondan indirdiğim müzikleri dinliyorum.
Ahmet Kaya, Aynur Doğan, Ayşe Şan… Aynur Doğan'ın seslendirdiği Rojek te parçasını dinlediğim zaman ara ara hüzünleniyorum ve Cizre'deki o "bodrumlar" aklıma geliyor. Cemile'nin annesi Emine anne, Mehmet ve Orhan Tunç'un Annesi Esmer anne geçiyor gözümün önünden. Onların o hüzünlü ama bir o kadar da güç veren bakışlarını düşünüyorum.
Ben bunları düşünedururken, muavin "kimlikleri çıkartın" diyor. Kontrol ve arama noktası vardı. O, "yasaklı", devletin kendini gösterdiği bölgeye gelmiştik. Şırnak'ın ilçesi İdil'in girişindeydik. Bıyıklı, yüzü güneşten bronzlaşmış, yanakları kızarmış, 30'lu yaşlarda, orta boylu, üzerinde çelik yelek bulunan sivil bir polis otobüsten içeri girdi. "Cümleten iyi yolculuklar" dedi. Baktı kimliklerimize birer birer. Benim de kimliğimdeki fotoğraf, ta 15 yaşından kalma bir fotoydu. "Umarım sorun çıkarmaz" diye düşündüm. Neyse ki sorun çıkmadı ki zaten göz ucuyla baktı. Hatta kimliğini çıkarıp gösteren bir kadına, "tamam" dedi, bakmadı bile. Ama erkeklerin kimliğini enine boyuna inceledi ve birkaç genç erkeğe sordu "Nereye gidiyorsunuz?" diye.
İdil'den de giriş yaptıktan sonra, Cizre'ye çok az kalmıştı. Cizre'ye doğru otobüs hareket etti ve 20 dakika sonra başka bir yerde daha durdu. Yine arama noktası. Bu kez, arayan sivil değil, özel timdi. Polis içeri girdi ve tek tek baktı kimliklere. Bu polis, ilk polise göre daha suratsız ve bir an önce "işimi bitireyim de ineyim bu otobüsten" der gibiydi. Kimliği ona da uzattım. Baktı arkasına, önüne. Diğer polise göre daha temkinli ve kimliği tüm ayrıntısına kadar inceledi. Ha bir de elinde bir telefon vardı, orada isim listesine bakıyordu. Herhalde, "arananların" listesiydi, bizim otobüsten yine bir şey çıkmadı ve indi polis.
İkinci arama noktasından da geçince, nihayet Cizre göründü. Tepeden baktım Cizre'ye. Karşımda Gabar, onun karşısında da Dicle. Dicle, Gabar'la dans eder gibi akıyordu. Ve kimi yıkılmış kimi hala ayakta binalar duruyordu. Cizre'yi görme heyecanıyla o eşsiz manzaranın fotoğrafını çektim. Hüzünlü bakışlarım Cizre'yi gördüğüm an tebessüme dönüştüğü zaman, bir polis ordusu daha bizi durdurdu. Yeniden bir arama noktası! Bu kez de Cizre'ye giriş için kurulmuş bir arama noktasıydı. Yine aynı şekilde kimlik gösterdik ve yine onay alınca yolumuza devam ettik ve iki dakika sonra Cizre otogarına vardık. Nihayet, 3 arama noktası ve yaklaşık 6 saat süren yolculuğun ardından Cizre'deydim.
Beni ve arkadaşım Özgür'ü araba gelip aldı. Arabadaki arkadaşlar, Kürtçe hoş geldin, nasılsın diye sordu, selamlaştık. Ben de yarım yamalak Kürtçemle karşılık verdim. Özgür ve beni almaya gelen arkadaşlar kendi aralarında Kürtçe konuşmaya devam etti. Az buçuk Kürtçemle sohbete pek dahil olamazsam da arabanın camından etrafımı izlemeye koyuldum.
Cizre'deki çarşaflı kadınlar
Etrafımı seyre dalarken, sokakta gezen kara çarşaflı kadınlar dikkatimi çekti. Şaşırıp kalmıştım. Cizre gibi bir yerde kara çarşaflı kadınlar görmek de neyin nesiydi böyle diye düşündüm. Genci, yaşlısı tüm kadınlar çarşaflıydı Cizre'de. Aslında daha önce; Botan kadınlarının kara çarşaf giydiğini duymuştum. Ama ilk kez gördüğüm için belki de ilginç gelmişti bana. Bir farkı vardı Botanlı kadınların kara çarşaf giyen diğer kadınlardan. Peçeleri siyah değildi, farklı farklı renklerdeydi, kiminin peçesi tülbent kiminin de yazmaydı ve çarşafların kiminin kolu yoktu, kiminin sadece başörtüsü vardı. Merak edip hemen atıldım ve arabadaki arkadaşlara sordum neden kadınlar "kara çarşaflı" diye. Dediler ki "Cizre'nin bir geleneğidir bu durum". Sonradan öğrendim ki Mem'e kavuşmayan ve kayalıklardan kendini atan Zîn'in yasını tutuyorlarmış, o yüzden Botanlı kadınlar çarşaf giyiyormuş.
Yaşamın devam ettiği Cizre
"Kara çarşaf" merakımı da giderdikten sonra, devam ettik ajansa gitmek için. Arabadayız hala Cizre'ye sokaklarından geçiyoruz ve ben etrafımı kolaçan etmeyi sürdürüyorum. Gelmeden önce düşündüğüm Cizre'den apayrı bir Cizre karşılamıştı beni. Yaşam devam ediyordu Cizre'de zırhlı araçların cadde ve sokaklarda cirit atmasına rağmen. Gençler, sokaklarda gezip dolaşıyor, kadınlar çarşaflarıyla alışveriş yapıyor, mahalle arasındaki çocuklar oyun oynuyordu. Sokaklarını bomboş görmeyi beklediğim Cizre, son 5 ayda yaşadığı onca acıya rağmen dimdik ayaktaydı, devlete meydan okur gibiydi. Devlete, "Sen beni katlettin, ama ben yaşamıma devam edeceğim" der gibiydi. Ama bir o kadar da yaralı ve kırgındı … Katliamı durduramadığımız için kırgındı Cizre bize.
Yıkılan devlet…
Yine de Cizre'nin "yaşamı devam ettirme" hali bana güç verdi. Umutsuzluk halim umuda dönüştü. Kürtçe konuşan çocuklar, gençlerin, kadınların koşturmaca haliydi bana umut veren. Bir ülkenin başka bir ülkeyi işgal etme görüntülerini aratmayan, "Türk bayraklarıyla" 7/24 sokakta dolaşan "kobra", "akrep" tipli zırhlı araca aldırmayan Cizreliler yıkılmamıştı. Yıkılan varsa o da, Cudi Mahallesi'nde 100'den fazla insanı bodrumlarda cayır cayır yakan, Nur, Sur, Yafes mahallelerinde insanları göçe zorlayan, evlerini yıkan devletti.
Sokakta yürüyen Cizreliler, polis ve askere, "Siz bugün buradasınız, belki 1 yıl, 2 yıl daha burada kalacaksınız, ama biz hep buradayız. Burası bizim topraklarımız. Bir yere de gitmeyeceğiz" der gibiydi. İşlediği suçu bilen devlet ise, "Aman Cizre'de bir şey olmasın da" telaşıyla "temkinli" ama bir o kadar da Cizrelilere bakacak yüzü yoktu.
Cizre'de "zannettiğimi bulamama" hissiyle girdim ajansa ve başladım "Devletin halka, halkın da devlete güvenmediği Cizre tekrar serhildana kalkacak mı?" sorusuyla çalışmaya.
(dk)