Sessiz kaldıkça herkesin canı yanacak!
09:37
Ruken Tuncel/JINHA
İSTANBUL- 10 Ekim Ankara Katliamında hayatını kaybeden Dicle Deli'nin ablası Belçim Deli, katliamın sekizinci ayında "Eğer görünmeyen zincirlerimizi kıracak olursak; bitecek bu zulüm, sadece biraz cesaret. Sessizliğe bürünüp oturmak bir çözüm değil. Sessiz kaldıkça herkesin canı yanacak" sözleriyle sesleniyor.
"Bazen bize soruyorlar; 'bu kadar şehit var nasıl yaşıyorsunuz?' oturup düşünemiyoruz onun için… Oturup düşündüğümüzde anlattığımızda yapamıyoruz; yürümüyor hayat o noktadan sonra, kalp beyin kaldırmıyor. Ben hala şehit arkadaşlar üzerine yazamıyorum. O zaman anlıyorum; 'nasıl kaldırmışım ben bunu' diye soruyorum kendime. Sonra fark ettim; devam etmek gerekiyor, yaşamak gerekiyor. Diğer yüklerinin hepsini hafifletiyorsun bir türlü, nasıl yapıyoruz bilmiyorum. Bu çok insani bir şey değil belki. Ama acıları ağırlığıyla yaşamıyorsun sadece içinden geçiyorsun. Eğer ağırlığıyla yaşasan yaşam durur, devam edemezsin." Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu'nun yönetmenliğini yaptığı Bakur belgeselinde bir gerilla söylüyor bu sözleri. Aynı sözlerle anlatıyor acısını; 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara'da yaşanan kanlı saldırıda 17 yaşındaki kardeşi Dicle Deli'yi kaybeden Belçim Deli.
Acının içinden geçiyor Belçim de, ağırlığıyla yaşamaktan çok birlikte yaşamayı öğreniyor; kaybettiği Dicle'sinin acısıyla… Durup düşünemiyor Belçim de devam etmesi gerekiyor. Dicle için diğer beş kardeşi için annesi-babası için; daha özgür, barışın egemen olduğu bir dünyada yaşamak için…
'Ankara'ya üç kardeş gidecektik…'
Sol yanına Dicle'yi, göz bebeklerine Dicle'nin gülüşünü kondurarak devam ediyor yola Belçim… Derin bir iç çektikten sonra başlıyor anlatmaya; 10 Ekim sonrası yaşamında nelerin nasıl değiştiğini: "Aslında üç kardeş birlikte Ankara'ya gidecektik. Son dönemde yaşananlar bizi öyle kötü etkilemişti ki; özellikle Hacı Lokman Birlik'in cenazesinin yerde sürüklendiği o görüntü. İnsan, düşmanı dahi olsa bir insanın ölüsüne böyle davranma hakkını nasıl kendinde görebiliyor. Bu insanca bir şey değildi. Bunların devamı olmamalıydı, ses vermek, ses yükseltmek gerekiyordu. Biz de bütün bunlardan kaynaklı Ankara'ya gitmemiz gerektiği inancındaydık. Bu ölümler durmalıydı. Ama bir tek Dicle gitti. Çünkü babam da yola çıkacağını söyledi ve annemin sağlık sorunlarından kaynaklı ben kalmalıydım, kaldım."
"Arabalar kalkmadan birkaç saat önce ben, Dicle, Kadir (Uyan) ve diğer arkadaşlarımız oturuyorduk. Kadir de kararsızdı gidip gitmeme konusunda, son dakika karar vermiş. Sonra biz vedalaştık. Ben Dicle'yi telefonu olmadığı için Cafer'lere (Altun) emanet ettiğimi söyleyerek ayrıldım. Onlar da birkaç saat sonra yola çıktılar. Sonradan sosyal medyada paylaştıkları fotoğrafları gördüm."
Aklından mitinge en fazla gazla müdahale edileceğini geçiren Belçim, 10 Ekim sabahına patlamada bir bacağını kaybeden Cafer'in kuzeninin telefonuyla uyanıyor. Uyku sersemi açtığı telefonda hayatını başkalaştıracak o konuşmayı yapıyor: "Patlamadan habersizdim. Saat 11 gibiydi. Telefonum çaldı, arayan Cafer'in kuzeni Ruken'di. 'Uyuyor musun Belçim' dedi. Ardından Ankara'da patlama olduğunu ve sakin olmam gerektiğini söyledi. Duyduğum o patlama sözcüğü ile dona kaldım. O kadar çok şey geçiyor ki aklımdan; babam, Dicle, arkadaşlarım… Ama hiçbir şey konduramıyorum, hiçbirine… Hemen kalkıp üstümü giyinip HDP Avcılar İlçe Örgütü'ne gittim. Orada durumun ne kadar vahim olduğunu anladım. Haberlere, internet sitelerine hiçbirine içgüdüsel olarak bakmadım. Saatler geçiyordu. Ardı ardına herkesten haberler geliyor ama bir tek Dicle ve Kadir'den haber yok. Farklı farklı bilgiler geliyor: 'Dicle hafif yaralı, Dicle hastanede ayakta tedavi ediliyor, Dicle sedyedeydi, Dicle kayıp' ama net bir şey yok. Herkes başka bir şey söylüyor. Telefonu bozuktu, servisteydi. Arayanlara 'bir dakika da olsa bizi konuşturun, bir sesini duyalım' diyorum ama yok, Dicle yok! Aklıma kötü hiçbir şey getirmedim. Hep 'Dicle'yi görmüşler, Dicle iyi, şimdi bizi düşünecek değil ya! Dicle orada o kötü durumda bizi düşünmez, aklına biz gelmeyiz, arkadaşlarına yardım ediyordur' diye düşündüm. Hatta Ankara Numune Hastanesi'nde ayakta tedavi olduğunu söylediler ve ben babamı oraya yönlendirdim. Babam gidiyor ama bulamıyorlar. Sonra ağır yaralıların olduğu odalara bakıyorlar. Babama sürekli olarak çürüğü 'var mıydı, dolgusu var mıydı?' diye soruluyor. Babam da bana soruyor. Ben diyemiyorum: 'ne demek çürüğü var mıydı, yüzünü göremiyor musun' bunu söyleyemiyorum, cesaret edemiyorum, kabul edemiyorum. 'Hayır, yoktu' diyorum. O an neye yanacağını bilmiyorsun, hatırlamadığına mı ya da kardeşini fazla tanımadığına mı lanetlersin. Sonra '25 yaşlarında bir kız var diyorlar, bakmak ister misiniz?' diye soruyorlar. Ama babam bakmak istemiyor ağır yaralılara bakmaya devam ediyor. En son gidip bakıyorlar. İlk halam giriyor içeri inanmıyor, 'hayır, Dicle değil' diyor."
Öyle ağırlaşmış ki Belçim'in ruhu… Yüreğini akıtmaya öyle çok ihtiyaç duyuyor ki… Duyuyor çünkü kardeşi hasta yatağında ölmedi, trafik kazası değildi. İnsan en çok bir daha göremeyeceğine mi yanar, yoksa yarım kalmış hayallere mi ya da nasıl öldüğüne mi? Kuşkusuz hepsi ayrı can yakıyor. Fakat Belçim'i, kardeşinin daha güzel yarınlar için çıktığı bir yolda, böyle zalimce öldürülmesi başka türlü yakıyor. Herkesin gideceği bir yer değildi sonuçta o miting… Güzel yürekli, temiz ellere sahip barış güvercinleri giderdi ancak; barışı getirmeye… Ve ancak kanlı ellere sahip olanlar vurabilirdi; maviye, umuda kanat çırpan barış güvercinlerini…
İnce uzun boynu yana düşüyor Belçim'in, kirpik uçlarında asılı duran gözyaşlarını bırakmıyor, gözlerini kaçırıp anlatmaya devam ediyor: "Sonra kardeşim Nazan aradı, çığlık çığlığaydı: 'Belçim, Dicle ölmüş' dedi. Bağırdım çığlık attım. Sakinleştirdiler ama ben yine inanmadım. Dicle'yi görmüşlerdi. En iyisine inanmak istiyordum. Sonra akşam bizi Silivri Kapı'ya götürdüler. Orada herkes ağlıyor ama ben yakıştıramıyordum. Ben görene kadar inanmayacaktım. Dua ediyordum, yüzlerce adak adıyordum içimden; Dicle yaşasın yeter ki…"
Hissediyor, yüreğinin orta yerine ölümün ağırlığı çöküyor Belçim'in ama yakıştıramıyor ölümü bahar gülüşlü kardeşine… "Aslında biliyor gibisin ama o an, o acıyla nasıl yaşayacağını bilmiyorsun, o yüzden kabul etmek istemiyorsun. O gece yola çıktık, bitmeyen bir yoldu. Saatler, dakikalar, saniyeler yıllara döndü sanki. Sonunda sabah Ankara'daydık. Bizi halamlara götürdüler. Kapıda babamla karşılaştık. Elimden tuttu eve çıktık. Bana 'doğanın kanunu kızım' dedi. Kaldım, hiçbir şey diyemedim, sesim çıkmadı. O gün o şokun etkisiyle bitti. Ertesi gün uyandığımda 'Allah'ım keşke gözlerimi açmasaydım' dedim. 'Nasıl, nasıl, nasıl olur diyorsun? İnanmıyorsun, ikna olamıyorsun. Daha sonra Numune'ye gittik. Etrafıma baktığımda ne kadar çok insanın acı çektiğini gördüm. Ağlayamıyordum, donup kalmıştım, ağlamaya gücüm yoktu. Ölüm denen gerçeklik bu muydu? Ne kadar çok acıttığını o an fark ettim."
"Ankara'da geçen o bir gün bitmedi, yıl da değil asır gibiydi sanki. Dicle'yi aldık ve İstanbul'a dönüyorduk. O önde gidiyordu biz arkadan takip ediyorduk. Bütün kardeşlerim yanımdaydı bir Dicle yoktu. Onun ağırlığı çok başkaydı. O önde tek başınaydı. Kardeşimle bir gün böyle olacağımız hiç aklıma gelmezdi. Hiç kimsenin aklına gelmez. İstanbul'a vardığımızda öyle bir kalabalıkla karşılaştık ki, mahşer yeri gibiydi. Herkes ağlıyordu, ona bu kadar uzak olan insanların dahi canı böyle yanıyorken; biz nasıl dayanacaktık bu acıya, yüreğimiz nasıl kaldıracaktı."
Kardeşiyle vedalaşmak istiyor Belçim, son bir kez görmek, bir daha göremeyeceği yüzüne buseler kondurmak istiyor. 26 yıllık yaşamında ilk defa bir insanın musalla taşındaki soğuk bedeniyle tanışacak Belçim. Hayat payına bu ilki kardeş acısıyla yaşamayı düşürüyor. Titriyor Belçim, bedeni buz kesiyor ama bir cesaret giriyor Dicle'nin yanına… Güzeller güzeli kardeşinin tüm bedeninin sarılı olduğunu görüyor. Bakıyor yüzüne, alnının sol yanındaki yarasını görüyor: "Nasıl acıttılar senin canını" diyor bir çığlıkla… Sonra buseler konduruyor üşüyen yanaklarına Dicle'nin… Dudaklarının değdiği yanaklardan gül kokusu geliyor burnuna Belçim'in. Dicle'nin olmayan o gül kokusu genzini yakıyor, geçmiyor günlerce… Yandıkça genzi Dicle geliyor gözünün önüne Belçim'in, yandıkça genzi kavruluyor yüreği…
"Katlanılmaz bir acıydı, insanı yakan tek şey ölüm olmuyor o an, ölümün şekli de canını öyle çok yakıyor ki… Dicle haksızlığa karşı sesini yükseltmek için gittiği bir meydanda zalimce öldürüldü. Böyle ölmek hak edilebilir bir şey olabilir miydi? Hem Dicle yaşayabilirdi belki, otopsi raporuna göre; iç kanamadan ölmüş. Belki polisler gaz atmasaydı, hastaneye kaldırılabilseydi yaşıyor olacaktı. Oradaki birçok insan müdahale edilemediği ya da geç müdahale edildiği için hayatını kaybetti. Dayanılmıyordu ama o acı öyle yakarken, sakinleştirici falan da almak istemedim. Uyuşmamalıydım, hafiflememeliydi yaşadığım acı, bencillik etmemeliydim, her şeyin farkında olmalıydım, unutmamalıydım."
Musalla taşında görmüştü kardeşini Belçim; kondurmadığı hala daha Dicle'nin ismiyle yan yana getirmediği 'ölüm' ayırmıştı artık onları.
Dicle'nin olmadığı ömrün sekizinci ayını yaşıyor Belçim. Bugün tam sekiz ay oldu. Geçen zaman içinde en çok özleme dayanamadığını söylüyor: "Öyle büyük bir yokluk, öyle bir hasret var ki, geçmiyor. O hasret, o acı, aile içinde de dile gelmiyor, herkes kendi içinde yaşıyor. Zaten ne söylenebilir ki, 'çok seviyorum' ya da 'çok özledim' mi diyeceksin. Her birimiz ne kadar çok sevdiğimizi ve özlediğimizi biliyoruz."
Zaman geçiyor, zaman Dicle'siz akıp gidiyor. Gün geceye, gece güne dönüyor. Belçim, Dicle'nin olmadığı bir hayata, ondan devraldıklarıyla devam ediyor: "Orada hayatını kaybeden başka insanların aileleriyle de konuşuyorum. Hepimiz aynı duyguları yaşıyoruz. Herkes bu acıyla yaşamayacakmış gibi hissediyor. Ama yaşıyorsun, yaşamak için kendine alternatif üretiyorsun. Benim için o alternatif; bir gün Dicle'ye gideceğimi bilmek. Onunla sonunda kavuşacağıma inanarak yaşıyorum. Dicle'nin hayalleri, umutları, gülüşü yarım kaldı belki ama bizde devam edecek. Onun umut ettiği şeylerin biz devamcısı olacağız. Dicle'nin var olduğunu hissedebilmek için ondan bir şeyi devralmam gerekiyordu. Ben de kedere teslim olmak yerine onun şen şakrak gülüşünü kendime dost ettim. Gülüşünü almak en güzel olanıydı. Gülüşünü almazsam ben başka türlü olabilirdim ama onun gülüşüyle hayata kin, öfke beslemiyorum."
Sonra 'biraz cesaret' diyor Belçim: "Eğer o görünmeyen zincirlerimizi kıracak olursak; bitecek bu zulüm, sadece biraz cesaret. Sessizliğe bürünüp oturmak bir çözüm değil. Hiç kimse sanmasın ki, bu zulüm sadece dokunanı yakıyor. Sessiz kaldıkça herkesin canı yanacak. Biz Kürdistan'da yaşananlara gözlerimizle tanık değiliz belki ama neler olduğunu görüyoruz. Ve biz bunlara sessiz kaldığımız sürece bunun sonu gelmeyecek. Hiç kimse 'bize bir şey olmaz' demesin. Böyle gidecek olursa herkese sıra gelecek. Aslında bugün yaşananları en güzel Kemal Sunal'ın filmi anlatıyor: hepimiz ağayı bir tükürükle boğacağımızı biliyoruz ama ağa denince o tükürük bir yumruk gibi boğazımıza oturuyor."
Zulme karşı, korkunun duvarlarını kırmak için sokağa çağırıyor Belçim; bugün Avcılar Marmara Caddesi'nde 19.30'da yapılacak olan 10 Ekim anmasına herkesin katılacağını umut ediyor.
(dk)