Garip bir 'darbe girişimi'nin ardından kime ne oldu?

09:07

Ruken Tuncel/JINHA

HABER MERKEZİ - Türkiye 15 Temmuz'da yaşanan darbe girişimi ve ardından yaşananların 'garip' doğası her gün karşımıza yeniden çıkıyor. Sokaklara 'demokrasi' adına çıkanların eğreti duruşundan, ulaşım araçlarının meydanlarda dolsun diye bedava oluşuna, sokakları kadınlara dar eden kitlelerin tacizine kadar farklı bir dönemden geçiyoruz. Soruyu kendimize soralım: 'Sahi, olan gerçekten kime oldu. Kim iktidarını daha da sağlam kazığa bağladı?' Mücadele edenler için değişmeyen tek şey ise mücadelenin kendisi olacak gibi duruyor.

Hiç kuşku yok ki; 15 Temmuz, Türkiye tarihinde yaşanan en farklı darbe girişimi oldu. Gizleri hala daha netlik kazanmamış; tabiri caizse at iziyle it izinin birbirine karıştığı bir süreçten geçtik, geçmeye de devam ediyoruz. Darbe girişiminin kritiğini yapmak şöyle dursun. Biz geçen 20 günlük süreci mercek altına alalım. Bir gece de hayatını kaybeden yüzlerce insanın ardından bayram misali kutlamalara bakalım mesela. Taksim'deki “demokrasi şölenleri”nde yaşanan trajikomik görüntülere eğilelim. Bedava ulaşımla birlikte “ha gayret darbenin ardından sosyalizme geçiş yapacağız” esprilerinin dillerde dönmesine neden olan halet-i ruhiyeyi sorgulayalım.

İlk anın şoku ve sokakta durum

16 Temmuz ile başlayalım. Sabahında sokağa çıkma yasağının olmamasına rağmen İstanbul sokakları ıssız. Sokaklar ıssız fakat yollar toplu taşıma araçlarının gelmemesinden kaynaklı kalabalık(!) Metrobüs çalışmıyor, otobüsler yok. Tabi doğal olarak darbe gerginliğinin yani sıra bir de işe gidemiyor olma durumu hâsıl oldu. Gözlerden “acaba işe mi gitsek, eve mi dönsek?” sorusu çok rahat okunabiliyor. Haklı olarak, her gün darbe yaşanmıyor sonuçta memlekette. Bir saat sonra bir araç geliyor. Belirsizliğin vermiş olduğu gerginlik araçtaki insanlarda da mevcut. Araçta olan 11 kişinin (saydım) ikisi hariç; geri kalan dokuzunda derin bir sessizlik hakim. Yaşları en fazla 30 olan iki insan arasındaki konuşma abartısız aynen şu şekilde; “(1)neydi ya gece olanlar. (2)Meclisi de bombaladılar valla! (1)Sigara almak için markete gittim. Market resmen talan edilmiş. Hiçbir şey bırakmamış millet. (2)Valla o bu değil ama Türkiye artık hiç iyiye gitmiyor. Yaşanmaz artık bu memlekette…”

İlk hedef kadınlar!

Atatürk Havalimanı yakınlarına geldiğimizde iki askeri araç yol kenarına çekilmiş, üzerine de polisler oturmuş selfie çekiyor. O ana kadar sessiz olan otobüste biran da bir ayaklanma oldu. Görüntüyü fotoğraflamak gerekiyordu. Nihayetinde her gün darbe yaşamıyoruz(!)

Yolculuk çabuk sona eriyor, zira İstanbul'da trafik yok! Çok geçmeden İstiklal caddesindeyim. Sabahın 9.30'u olsa gerek İstiklal’de bir özel harekât polisleri bir de yaşananlardan bihaber şekilde meydanda şaşkın şaşkın mağazaların açılmasını bekleyen Araplar var. Saat 11.30’a kadar İstiklal Caddesi aynı sessizliğini koruyor. Ta ki; yaşları 17- 24 arası değişen 18 kişilik bir grubun(yine saydım) ellerinde bayraklar dillerinde sloganlarla Taksim’e çıkışına kadar. Aynı grup bütün gün, aynı sloganlarla Taksim Meydan’ından Galatasaray Meydanı’na gidip geldi. Bir ara niçin olduğu tam olarak netliğe kavuşmasa da bir genç bir kadının üzerine yürüdüler. Kısa süreli de olsa bu gerginlikle çevreye cengâverliklerini göstermiş oldular (!)

'Demokrasi kitlesi' ve korku

Gün boyu İktidar cephesinden televizyon kanallarında çağrılar yapılıyor: Tüm halkımızı mesai saatinden sonra sokaklara demokrasi nöbetine bekliyoruz. Çağrılar sadece TV ekranlarından değil, cep telefonlarına da mesaj olarak iletiliyor. Mesajı alan bir güruh (emin olun güruh) akşam saat 20.30 ‘da Galatasaray Meydanı’nda toplandı. Sayıları 201’i bulmayan güruhun sloganları da oldukça anlamlı: Kasımpaşa çocuğu Recep Tayyip Erdoğan, Dik dur eğilme, Kasımpaşa seninle…(hatırladıklarım)

Kalabalık bir süre yerinde bekledikten sonra sloganları daha gür sesle atarak Taksim Meydan’a doğru yürüyüşe geçti. Sayılarında daha sonra artış oldu mu bilemiyorum, çünkü ben Mis Sokak’a geldikten sonra olay mahallini terk ettim. Daha sonraki, günlerde de Taksim başta olmak üzere İstanbul hareketli günler yaşadı. Muhtemelen ömürlerinde hiçbir nedenle, hiçbir şekilde sokağa bir hak talep etmek için çıkmamış kişiler, seslerini nasıl duyuracaklarını bilmiyorlardı. Belki bilememekten kaynaklı, belki de “tepkimizi gösterelim, iyi hoş ama canımızdan olmayalım. Sonuç olarak yaşadığımız memleket; Türkiye” kaygısından; büyük bir çoğunluk tepkilerini arabalarından inmeden kornaya basarak gösteriyordu. Hem kornaya basmakta ne var ki; bu toplumun hiç yabancı olmadığı bir şey; düğün mü var; bas kornaya, asker mi uğurluyorsun; bas kornaya, futbol maçı mı var; çekme elini sakın kornadan… Doğal olarak kornacılar, kendini en net kornayla ifade edebilirdi. Böylelikle, İstanbul günlerce korna ve camilerden okunan sela seslerinin birbirine karıştığı bir süreç yaşadı. Korna seslerine Türk bayrağı asılı belediye otobüslerinin eşlik ettiğini de vurgulamadan geçmemek gerekiyor.

Ülkenin realitesi!

Kaygılar ve korkular biraz daha yatıştıktan sonra; bu defa beleş otobüsler, beleş Beşler Sucuk ve beleş Turkcell Wifi ile Taksim’e insan taşındı. Asıl incelenmesi gereken de Taksim Meydanı’nda bedava sucuk ekmek kuyruğunda; kucağındaki bebesiyle, eteğinde yorgunluktan bitik düşmüş çocuğuyla bekleyen kadınlar/insanlar… Gerçekte niçin o Meydan’da bu insanlar? Üzerine düşünmek gerekiyor ve bunu asıl sorgulaması ve üzerine düşünmesi gerekenler de bu ülkenin Sol’dan baktığını, sisteme muhalif olduğunu ifade eden insanları olmalı… Zira bu görüntüler, ülkenin realitesini ortaya koyuyor. İnsanlar açlıkla, yoksullukla disipline ediliyor. Dilimizden düşürmediğimiz bir paket makarnaya oy verme meselesi, hafife alınmamalı esasında. Yine, Soma’da yaşanan facianın ardından, insanların tekrar AKP’ye oy vermesi, nedenlerinden bağımsız ele alınamaz. Aslında altını biraz kazırsak, çıkan sonucun ne denli yol gösterici olduğunu göreceğiz. Fakat zorlu mücadeleler gözümüzü korkutuyor olsa gerek; sözü asıl duyması gereken insanlardan uzakta söylemeyi yeğliyoruz. Salt darbe karşıtlığı mı acaba; yaklaşık iki haftadır insanları sucuk ekmek kuyruğunda bekleten. Böyle olmadığı noktasında büyük çoğunluk hem fikirdir fakat ne yapılması gerektiği noktasında sanırım öneriler muğlaktır.

Sokağın özeti: Demokrasiye inanç yok

Önemli bir diğer nokta ise; olan biten her şeyin demokrasi adı altında yapılması ve tanımlanması. İktidarın demokrasi kavramını özünden koparıp tüketip, yeniden kendi isteği anlamları yüklemesi halkta nasıl karşılık buldu, dersiniz? Yaptığımız bir sokak röportajında mikrofon uzattığımız kadınların tamamı; demokrasiye artık inançlarının kalmadığını söyledi. Hatta 21 yaşında üniversite öğrencisi bir genç kadının söyledikleri şöyle: Demokrasi bugün iktidarların faşizmi uygulamak için kullandıkları bir araç haline gelmiştir. Irak'a ve Suriye'ye "demokrasi götürüyoruz "diyenlerin bugün oralara neler yaptıklarını görüyoruz.

Demokrasi adı altında Kürdistan ve Türkiye sokaklarında yapılan katliamları görüyoruz. Bu nedenle demokrasi benim için artık beşinci sınıf kitabındaki gibi; 'insanların inandığı ve istediği gibi yaşayabilme hakkı' anlamını barındırmıyor. Demokrasi sözcüğü insanların ağzında laçkalaştı ve benim için anlamını yitirdi.

Barışa tahammülsüz sokak

Bu sadece bir örnek; konuştuğumuz diğer kadınların söylemleri de tam olarak olmasa da benzer. Yani, toplum iktidarın demokrasi söyleminin, aslında faşizm olduğunun çok farkında ve kaygılılar. Kaygılı olmakta çokta haksız sayılmaz insanlar, özellikle kadınlar. Mesela; daha dün akşam Saraçhane Parkı’nda yapılan “demokrasi şölenine” kendi sözleriyle katılan kadınlara tepki gösterildi. "Darbelere karşı tek çözüm; barış.
Kadınlar savaş istemiyor" pankartı taşıyan kadınlar alanda bir süre dolaştıktan sonra genç bir adamın “ne yazıyor orada, siz orada ne yazdığınızın farkında mısınız? Kiminle barışacağız, darbecilerle mi? Gidin buradan. ” diyerek tepki gösterdi. Araya girenlerin müdahalesiyle gerginlik çıkmadan adam gitti. Aradan aşağı yukarı 20 dakika geçtikten sonra bir başka noktada bu defa kalabalık bir grup, polis eşliğinde kadınların yanına geldi. Polisin kadınlara söylediklerini aynen aktarıyorum; “İnsanlar açtığınız pankarttan rahatsız oluyor, şikayet geldi. Cizre falan yazıyormuş pankartlarınızda. Ne alaka şimdi burada Cizre, insanları tahrik ediyorsunuz. Bakın bize, ‘siz müdahale etmezseniz biz müdahale edeceğiz’ dediler. Tahrik etmeyin insanları, kapatıp pankartı gidin buradan.”

Peki ya darbecilerin Kürdistan'da yaptıkları ne olacak?

Bu arada kadınların ellerinde aynı zamanda “İntikam değil, hepimiz için adalet istiyoruz" "Barış, adalet ve hakikat ertelenemez" "Peki ya, aynı komutanların Cizre'de yaptıkları? " "Barış birbirimizin acılarını duymaktan geçer" yazılı dövizler vardı. Cizre, bu nedenle dile geldi. Fakat sanmayın ki; polisler kadınların etrafını çevrelemişken, “demokrat halkımız” boş durdu. Yazmakla yazmamak arasında bocalamışken yazmam gerektiğine karar kıldım. Kadınların etrafını saran erkek kalabalığının ağzından çıkan cümleler aynen de şudur: Alın o kartonları bir yerlerinize sokun! Şunlara bakın, ortalığı karıştırmaya gelmişler; iki çarp at dışarı! İnsanları tahrik etmeyin, kimsiniz siz, amacınız ne sizin? Amirim gözaltına almayacaksınız biz yapacağımızı biliriz.

Dünün yakıp yıkanlarının bu gün hali!

İşte, sokağa “demokrasi nöbeti”ne çıkan kitlelere empoze edilen demokrasi anlayışı tam olarak bu: Biz ne yapacağımızı biliriz. Siz de ne yapacağınızı bilin! Bildiler de zaten, 2011 yılında Zeytinburnu’nun da Kürtlere saldırırken, ortalığı yangın yerine çevirirken de bildiler. 7 Haziran seçimleri öncesi ve sonrası HDP binalarını yakarken de bildiler. Hatta Kürt bir yurttaşı ölesiye dövüp, üstüne Türk bayrağı geçirip, Atatürk büstünü öptürürken de bildiler. Bütün bunlardan sonra şu zaman dilimini geçmişle bir bütün içinde okumamıza yardımcı olarak kaynaklardan biri de; Michael Mann’in Demokrasinin Karanlık Yüzü adlı eseri olacak, sanırım. Zira birtakım kavramlar, iktidarların amacına giden yola, araş edilmiş durumda... Tıpkı; barış ve demokrasi kavramlarında olduğu gibi... Barış dileyenlerin, suçlu görülmesi gibi...

Demek bi ulaşım bedava olabiliyormuş

Bütün bunların bir de bedava ulaşımla, otobüslerin aza indirilmesi durumu var. Duraklarda saatlerce otobüs beklemek zorunda kalan insanların isyanı. Otobüslerin gelmemesinden kaynaklı bedavaya tepki gösteren; ‘ne zaman bitecek bu zulüm, saatlerdir araba bekliyoruz’ diyenler de azımsanmayacak kadar fazla… Diğer yandan demokrasi anlayışı iktidarla örtüşmeyen kesimin, bedava ulaşımı her kullandığında iktidarı destekliyormuş gibi hissetmesi ve yine “demek ki; ulaşım bedava olabiliyor, o zaman yapılsın. Hem biraz daha gayret edilirse sosyalizme dahi geçiş yapabiliriz” algısının espriler eşliğinde açığa çıkması durumu var. Öte yandan bedava döneminde ‘iş durduran’ çok fazla özel halk otobüsü şoförü var. Nedeni ise; kendilerine ödeme yapılıp yapılmayacağından emin olamamaları. En azından benim konuştuklarımdan aldığım yanıt, bu şekilde… Buna karşılık, halkta da bedavanın acısının kendisinden çıkacağı anlayışı hakim… ‘Çok değil, eylül, ekim zamlar peşi sıra gelir, kat kat fazlasıyla geri alırlar’ cümlesi hemen hemen her otobüse bindiğimde önümde arkamda duran insanların dilinden dökülüyor. Buradan ne çıkarmalı? Her koşulda devletinin arkasında olan bir halkın var olduğu mu yoksa devletine ne denli güvensiz bir halkın olduğu mu? Devlet, hep acı çıkartandır. Korkuyla disipline edendir. Topluma kazanacaklarını değil, her daim kaybedeceklerini gösterendir. Böylelikle istesen de istemesen de seni kendisine tabi kılandır. Kürdistan halkında başarılı olamayan bu algı yönetimi, maalesef ki; Türkiye insanında geçmişten bugüne mevcudiyetini koruyor.

Sahi kime ne oldu?

Şimdi asıl soruya gelelim: Sahi; olan gerçekten kime oldu? 18 bin TL si olmadığı için askere gitmek zorunda kalan, kurbanlık koyun misali sokağa sürülen, yoksul halk çocuğu, erlere mi? Ya da onurlarının nasıl rencide edildiğinin bile farkında olmadan yarım ekmek sucuk bekleyen insanlara mı? Yoksa OHAL kararı ile birlikte zulmün arttığı, cezaevlerindeki tutsaklara mı? Ya da sokakta yüzüne kezzap atılmak istenen genç kadına mı? Gerçekten olan kime oldu? Kim iktidarını daha da sağlam kazığa bağladı?

Bize düşen mücadeleyi daha da büyütmek

Yaşananlardan çıkan tek gerçek sonuç; korkuları önümüze engel olarak koymadan, mücadele etmektir. Zira kazanacaklarımız kaybedeceklerimizden çok daha fazla. Wilhelm Riech’ın dediği gibi: Asıl sorgulanması gereken; neden aç insanın çaldığı ya da sömürülenlerin greve gittiği değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir. Zulüm varsa isyan vardır. Zulmün karşısında isyan meşrudur. Önemli olan zulme başkaldırırken, eleştirdiğine benzememektir. Başka bir dünya mümkün! Gerçekten mümkün! Bu inançla mücadeleyi büyütmektir; bize düşen…

(fk)